Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi 2

The cource of                                                    By the name of ALLAH
ZİG-ZAG by                                                      (Beneathful) ÂL RAHMAN
Transscientists                                                 (Merciful) ÂL RAHİM

(THE SINGULARITY OF ALLAH)

Authorized by
Hans von Aiberg

Arz’dan Arş’a
Sonsuzluk Kulesi

KİT-SAN Yayınları/18
ZİG-ZAG Öğretisi/1
ARZ-ARŞ Dizisi/Birinci Band, Cilt – 2


Dizgi- Baskı : Kit-san tesisleri / 1987
Grafikler: Şafak Tavkul

Mohammed Ayberg

Arz’dan Arş’a
SONSUZLUK KULESİ

Birinci Band
Cilt – 2

Prof. Dr. Hans AYBERG
(Hans B. von AIBERG)

***

[*] BLOG notu: Bknz. AÇIKLAMALAR ( https://ardzarch.wordpress.com/not/ )

***

Bilim adamı, düşünür, yazar ve gazeteci olan Hans Ayberg, 1945 doğumlu, Skandinav asıllı bir Alman teorik fizikçisidir. Freiburg ve Kopenhag Üniversitelerinden Evrenbilim (Kozmoloji) ve Yaratılışbilim (Kozmogoni) konularından mezun oldu. Birçok üniversitede araştırman ve öğretim üyesi olarak görev aldı.

Din olarak “İslâm”ı; milliyet olarak Türklüğü seçen bilim adamı, İslâmî bilimlere, dinî folklora ve Türkolojiye de yüksek düzeyde vâkıftır. Yetmişi aşkın yabancının İslâmlaşmasından başka Türkleşmesini de sağladı.

Dr. Ayberg, 40 yaşma kadar bilim-din bilgi birikimini oluşturduğu süre içinde sessiz ve derinden gitmeyi ilke edindiği için, “Bilim aristokrasisi” diye tanımladığı “dünyasal şöhret”ten kaçındı. Bu döneminde reklamsız, propagandasız, İslâm tevazuuna ve bilgin mazbutluğuna yakışır sadeliği ile araştırmalarını sürdürdü. Uzmanlık konuları yanında, dinde derinleşmesini tamamlamak için “Flaş ve popüler” olmaktan uzak kalmaya özen gösterdi.

En başta “Gizli müslüman” olarak kalması gerektiğinden, uluslararası bilim alanında büyük ilgi gördü. Ancak müslümanlığını açığa vurunca “Ahdi Atik ve haçlı tekelindeki bilim mafyası”, başarılarından pek söz etmek istemediler. Hatta üst üste “Nobel adayı gösterildiği halde” parlak teorileri göz ardı edildi. Nobel barış ödülünün kadın-çocuk binlerce müslümanın soykırımı için emir çıkaranlara verilmesi bu “Mafya ve hakem oyunlarına” örnek gösterilebilir. Zaten yazarımız, “En büyük ödül müslüman olmaktır ve Allah’tan verilmektedir” diyerek “Dünya ile olan ilişkilerini” özetlemiştir. Daha sonra Alternatif Nobel ödülüne aday gösterilmesine rağmen, sadece 1986’da Profesörlükle taltif edilmekle yetinildi.

Tamamen Kur’an hedeflerine dayanan teorileri uluslararası bilim platformunda kabul gördü. Uydu-Roket, Astrofizik ve Nükleer fizik dallarında üç ödül aldı. Bugün yaşayan 6 Kara-delik ve 2 Akdelik uzmanından biri olan Hans Ayberg, tek başına kurduğu “Corn Hole/Sur borusu” ve “Etherodynamics/Esîr Nur dinamiği” teoremleriyle fizik dalında ve “Beşinci İşlem” ile matematik dalında. Alternatif Nobel Ödülüne aday gösterilmiştir.

Prof. Abdusselam ile Birleşik Alanlar üzerine birlikte çalışarak doktora verdi. Daha sonra Dr. Thelma Moss ile birlikte “KİRLİAN” Fotoğrafları (Nefsimizin bedeni) ve Beşinci Boyut, BİLİNÇ tezlerini verdi. Stephan Hawking ile birlikte “Karadelik buharlaşması”na bağlı olarak Evrenin yaratılışı” sırrını çözdüler. Somut ve soyut sayıların dört işleminin yapılabi1eceğini “Sonsuz ötesi matematik yöntemiyle” göstererek, bilimsel şaşkınlık uyandırdı.

Oysa yazarın teorik bulguları yanında, mucitliği de vardır. Kompüterlere uygulanan “Algoritmik ve “Analog sistemin” bulucusudur. Kızıl ötesi mikro dalgalarla yemek pişiren fırınlar da yazarın çizimlerinin geliştirilmesinden ortaya çıkmıştır. Laser ışınıyla “Üç boyutlu Hologram TV” yapılması için verdiği çizimler de son aşamada geliştirilmek üzeredir (Holovision).

Dış basında Omni, Unexpected (Bilinmeyen, beklenmeyen) gibi dergilerde, genellikle takma isimle yazılar yazdı. Ayrıca basınımızdaki süreli yayınlarda, bilim dergilerinde ve bazı dergilerin bilim köşelerinde yer aldı. En çok satan gazetelerde, başyazarlık, genel yayın danışmanlığı ve yazı işleri koordinatörlüğü yaptığı halde, (maalesef, okuyucunun en çok ilgilendiği dal olan) “Kehanet uzmanı ve gizemci (Ledünnî bilgin)” yönüyle tanındı. Bu Kur’an kaynaklı bilimin, hiç bir bilimsel dayanağı olmayan “Fal” ile karıştırılmasından teessüre kapılarak, mesleğini bıraktı.

Fen bilimlerinin dört dalı yanında parapsikoloji, psikoloji, sosyal bilimlere de vâkıf olan Dr. Hans Ayberg, bu çok yönlülüğünü hemen her dalda gazeteci-yazar olarak sayısız makalelerle sergilemiştir.

Yazarımız, kaskatı mekanik bir bilim adamı sanılmamalıdır. Espri yazarlığından orkestra şefliğine kadar “Yaş dilimleri” içinde türlü heyecanı da dile getirmiştir. Türk edebiyatı yanında Türk mûsikisine de yüksek düzeyde vâkıf olup, türlü enstrüman çalmaktadır. Bu yüzden İslâm – Sünni [SÜNNETULLAH]- Hanefî [HANİF] – Mevlevi” zincirini izlediğini seziyoruz.

Türkoloji ve din folklorumuzda da uzman olan yazarımız, Türkçe dışında 7 dil bilmektedir. İlk evliliğinden “Aîşa” ikinci evliliğinden “Zeyneb” isimli iki kızı olan Dr. Ayberg, yabancı asıllı eşlerinden boşanmıştır.

Yazarımız hakkında bu cilt akışında yer yer biyografik kesitler sunulacaktır.

SUNUŞ

Takliden değil de tahkiken müslüman olan Batılı Bilim Adamlarının bize en yakını saydığımız Prof. Dr. Hans Ayberg’in “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi” eserinin bu ikinci cildini de Allah rızasından aldığımız gayretle sunduğumuza inanıyoruz.

Yazarımızın dünyada ilk ve tek olarak yazdığı “Zig-Zag öğretisi” seri dizi halinde İNŞÂALLAH kısa aralıklarla okuyucuya ulaşacaktır.

Kur’an’ın çağdaş tefsirine yönelik ve tamamen BİLİM kökenli bu öğretinin ilk iki cildi, bütün var olanların, yukarıdan aşağıya tertiplenmiş yapısının bir özetini vermektedir. Öğretinin “Bir gökkuşağı” esprisiyle sunulmasını plânlamış bulunuyoruz. Özellikle kitapların kapak ve sırtlarına gökkuşağının yedi rengini vererek, içinde şimdiye kadar hiç değinilmemiş, insanlık ve İslâm tarihi boyunca hiç yazılmamış şaşırtıcı bilgileri Kur’an’ın doğruladığı bilime dayanarak sırayla sunacağız.

Birinci cildimizde, “Kürreler âlemi” olan kâinata, boyutlarına, sırlarına, sınırlarına değinilirken Karadeliklerin kozmik hortum gibi çektiği tünelin açıldığı Akdeliklerin ucundaki paralel evrenlere uzandık.

İkinci cildimiz “Zerreler âleminden” söz ederek başlıyor, daha sonra, soyut evrene (Mücerret kâinata, takyonlara) ulaşıyor. Tünellerin içinden Süper uzay’a ve bunun bir yukarısında “Misal âlemine” tırmanıyor, bu arada Melekler, Nur ve Esir yapı BİLİM ışığında keşfediliyor. Böylece, yukarı âlemlerin sadece “Lâfta” kalmadığına, Yaratanımızın “Bilim” ile de kendine mir’ac edilmesine izin verdiğini seziyoruz.

Daha sonra da “Kayıp Evrenlere” (Gayb Âlemine, Ervah âlemine, Berzah âlemine, Mânâ âlemine) uzanacak, Arş’ın eşiğinde sınırlanacağımız yere kadar gitmeyi “Bilim” ile deneyeceğiz.

Okuyucu hak vermelidir ki, o âlemler, bildiğimiz çevremizdeki evren gibi “Şu uzay, şu güneş, şu ay” diye gösterilemez, ama aklın tek yöntemi olan “Bilim” ile somutlaştırılabilir. Bu nedenle, yazarın “Usulen” değil; bilimin kolay kavratışı ile anlamaya çalışmakta yarar var. Başta Kur’an olmak üzere “YARARLI” hiç bir kitap roman gibi okunup geçilmemelidir.

Bu ilk bandımız, siyah ve beyaz sırtlı iki ciltten oluşmakta, varlıklarıyla birlikte evreni bütünüyle Arz’dan Arş’a kadar, aşağıdan yukarıya özetleyerek anlatmaya yöneliktir. İzleyen bantlarımız ise sırayla kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi… gibi gökkuşağının renklerini taşıyacak, ayrı ayrı konuları, hiç yazılmamışları, söylenmemişleri dile getiren özel bir dizi oluşturacaktır. Böyle bir hizmeti okuyucuya iletmeye vesile olmaktan yayınevimiz bir daha mutludur.

KİT-SAN

Eserimi sevabıyla, sayesinde “Müslüman – Türk” olduğum MÜFİDE ATALAY “Annem”in ALLAH rahmetine vesile olması için ithaf ediyorum.

H. Ayberg

“… Birinci cildi bir solukta okudum, başımı kaldırdığımda, bütün dünya ve hayat görüşümün değiştiğini görerek bir daha müslüman oldum.. Anlıyorum ki, iman bir nur, fakat aydınlığı bilimmiş…”

Ragıp Derin
(Gazeteci – Sanatçı)
KESİM : 68

MİKRO KOZMOS

Zerreler âlemi

Evrenin bir türlü dışına çıkamamış, karadelik tünelinden de başka bir evrene geçmiştik. Tünelin içinde olup bitenleri, bilimin denklemlerine dayanarak ve Kur’an’a inanarak anlatmaya çalışmıştım. Bu çifte güvencedir.

Arz dediğimiz aşağılardan yukarıya çıkmak için, tünel asansörüne binebilmek için, şimdi izleyeceğimiz “Minik evrene” atom dünyasına girmek zorundayız. Çünkü, “En küçük” tüneller olmaksızın “Yukarı” çıkmamız mümkün değildir.

Sevgideğer okuyucularıma “Sıkıcı” gelebilecek bazı referanslara değinmek zorundayım: Çünkü, “Kur’an tefsiri” gibi bir amaca yöneliğim. Üstelik “Zerreler âlemi” Kur’an’ın bildirdiği ve incelememizi istediği başlıca konular arasında… Zerreler âlemini bilemezsek Arz’dan Arş’a tırmanmamız mümkün değil! Bunun için kuantum teoremine değinmek gerekiyor.

Eğer zerreler âleminin “En küçük birim aralığına” girebilseydik, orada “NUR” denen sonsuz özünlü enerji kudretiyle (ve içtenlikle söylüyorum, meleklerle) yüz yüze gelebilir, bilincimizi görebilirdik. Tabiî, insanların “Nur” görmeye dayanamayacakları bildirildiğinden kâinatı tutuşturacak olan Nûr’un mini mekânlarda SAKLI kalması sayesinde varız. Bu da ilâhi bir nimet!..

Önceki bölümde, kısaca ve kabaca atom dünyasında çok basit bir dille gezinti yapmıştık. Öğretimizin başından beri ise “Kuantlardan mini enerji tespihçiği olan noktalardan” söz ettik, durduk… Bunu da çok tekrarlayarak, habersiz, okuyucunun aklında kalmasına çabaladım. Bu tür tekrarlar sorumsuzca yapılmadı.

İnsandan büyük kürreler evreni ve insandan küçük zerreler evreni var. İnsan ise TAM ORTADA… Kürreler evrenine, fizikte klasik olarak, Makro kozmos (Büyük kâinat) ve zerreler evrenine Mikro kozmos (Küçük kâinat) diyoruz. Kur’an’da çeşitli âyetlerde kürre-zerre âlemleri, ayrıca dolaylı verilerle desteklenmiştir: İnsanın (teleskopla) göğe, yıldızlara bakması ve sonrada kendi içine (mikroskopla) bakması buyurulmuştur. İnsan bunu başardı da…

Mikroskobun keşfinden önce insanoğlu “Zerreler” âleminden habersizdi. İnsan için en küçük zerre, kuşkusuz cam ufağı gibi kırıntılar ya da polenler (çiçek tozları) idi. Daha sonra mikroskopla hücreler, tek hücreli organizmalar, kristaller vb. gözlendi. Mikroskoplar geliştikçe hücre içi yapılar, kromozomlar, genler gözlendi. Daha sonra da x ışını ve elektron mikroskoplarıyla dolaylı olarak atomlar seçildi.

Bunlar, görerek yaptığımız bir zerre tasnifiydi. Öte yandan, görmeden atomun parçalandığı, parçalarının bulunduğu daha minik zerrecikler keşfedildi. Bu zerreler ne kadar ufalırsa ufalsın hep “Madde” kapsamındadır. Atomun limiti ile kürrelerin zerrelerden oluştuğu anlaşıldı ve mübarek âyetler bir kez daha yüzyıllar sonra şaşmaz kılavuzluğunu sürdürdü.

Öte yandan, madde diye bir şeyin olmadığını, maddenin engin boşluğunu oluşturan tenha atomların bile tuğla taşlarının da “Kuant, foton vb.” dediğimiz zerrelerden oluştuğu anlaşıldı. Gerçekte madde yoktu, enerji vardı. Bir kez daha hatırlatayım ki, madde çok çok yoğun bir enerji; enerji de çok çok seyrek bir maddedir. İkisinin de sıfırdan ağır kütlesi vardır, birbirlerine dönüşür. En doğrusu ENERJİ denen şey bütün kâinatın tek özü, tek tip yapısıdır.

Enerji başıboş, dağınık, kararsız ve seyrek bir madde olarak evrenin itici gücünü oluşturur. Bütan gazımızdaki maddî yakıtı tutuşturursunuz, çaydanlığı ısıtır ve buharın enerjisi açığa çıkar. Buhar da lokomotif kazanındaki basınçla, tekerlekleri çevirir ve yüz vagonlu tren katarı yola koyulur. Böylece ısı enerjisinin mekanik enerjili iş enerjisine döndüğü anlaşılır. Ya da barajda yol verilen suyun kinetik enerjisi, elektrik enerjisine dönüşür.

Enerjinin böyle “Yerleşmemiş ve kararsız” tutumuna karşın; yoğun bir enerji birikimi olan madde, “Yerleşik, kararlı bir dalga”dır. Ele avuca sığmayan enerjiye karşılık madde elle tutulur. Örneğin ekmeğimize tereyağı sürer, yeriz ve ondan KALORİ ile birimlendirdiğimiz hareket enerjimizi elde ederiz. Ekmek bıçakla kesilir, yağ üstümüze bulaşabilir, eriyebilir, lapalaşabilir, ıslanabilir. Ama onu sindirip de (vitamin vb.den artakalanlar dışında) “Kalori”ye çevirdiğimizde kollarımıza mecâl gelir, Naim Süleymanoğlu halteri rekora kaldırır, Mevlevi döner, Evren genişler, kalbimiz atar.

Artık, maddeyi unutalım ve maddenin ASIL KÖKENİNİN enerji olduğunu hiç unutmayalım. Neye benzediği bilinmeyen bu enerjinin tek yapısı ise “Kuantlar”dır. Boyutsuz, sayısız noktacıktan oluşan kuantlar, evrenin TEK YAPI TAŞI, Kur’an’ımızın “ZERRELERİ” nin ta kendisidir.

Evrende istisnasız her maddî enerjik şey sadece ve sadece kuantlardır. Quant ismi, Lâtince “Kemiyet, miktar, sayım” sözünden türetilmiştir. Çünkü evrende ne kadar kuant olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey kuantlann “Sayılı” yani sonlu bir miktarda yaratıldığıdır.

Kuantum teorisi bütün “MADDİ” evreni kapsamaktadır, evrende elle tutulan, gözle görülen ya da enerji olarak hissedilen, laboratuarlarda ayırt edilen ne varsa kuanttır. Kuant yoksa evren de yoktur!..

O halde maddî (fizik) evren en büyük kürreden başlayarak, küçültüldükçe, sonunda PLANCK sabitine dayanır. Artık, kürreler (Makro sistem) biter, yerine zerreler (Mikro sistem) gelir. Işık hızı gibi Planck sabitinin de SONU olan bir taban-tavan limiti vardır.

Artık tabandan büyük, tavandan küçük kuantlaşma olmaz, tabandan sonra da madde kalmaz!..

Kuantlaşmadan kasıt noktasal enerji paketçikleri üretimidir. Mekân ne kadar küçülürse enerji o kadar şiddetlenir. Sonunda “Kuantlaşmanın bittiği” bir mini-mini aralığa dayanır. Ondan da küçük aralıklar vardır ki, artık enerjinin noktasal üretimi yerine, enerjinin aslını oluşturan SONSUZ ÖZENERJİ başlar. Nur (mücerret enerji) işte odur. Ama kuantlaşmanın bitmesiyle artık “Madde” değil; “Ötesi” başlar. Bölümümüz Planck aralığı tavanı ile onun en küçüldüğü taban arasında kalan fizik evreni anlatmaktadır.

KESİM : 69

PLANCK UZAYI

Atomun derinlikleri

Soyut evrenlere girebilmemiz için, karadelik yolunu denedik, fakat bu tünel bizi bir anda öteki evrene verdiği için ne tüneli görebiliriz, ne de soyut paralel evrenleri.

Soyut Paralel evrenlere, ya evrenin dışına çıkarak girebiliriz, ya da tam tersine KUANTUM fiziğinin bittiği Hilbert kapısından geçerek girebiliriz. O zaman bir başka evrene çıkmadan, TÜNEL içinde, YUKARI ARŞ’a doğru yükselebiliriz. Hangi paralel evrene çıkarsak çıkalım, orası da ARZ’dır, yani YUKARI değildir. Ama SOYUT EVREN öyle değildir ve bizi Arz’dan Arş’a çıkaracak olan ASANSÖRÜN ta kendisidir, bilimin açtığı bir tür MİR’AC yoludur. O yola girmek için de Büyük evrenden çevremizdeki evrene sonra da mikroskobik evrene girdik.

Altının altın olmaktan çıktığı ve boşluklar âlemi olan Atom ile başlayan mini gök evrenine PLANCK uzayı diyoruz. Bu evreni bulan Planck, bizi oluşturan minik kâinatın nasıl çalıştığını KUANTUM MEKANİĞİ ile açıklamıştır. Kuantum mekaniği bütün ARZ yasalarıdır ve bunun tabanında ARZ yasaları biter.

Zaman zaman kuantum fiziğinin anlamına değinmiştik ve öz olarak, bütün evrenin atomlardan; atomların da kuant denen ışık zerresi ya da ışımayan karanlık enerji tespihçiklerinden oluştuğunu sık sık vurgulamıştık. Dört temel kuvvetin de kuantlaşmış “Alan” olup, kuantla temsil edildiğini de anlatmıştık.

Karmaşık atomlar, çekirdek (protonlar ve nötronlar) ile protonun sayısına eşit elektronlardan oluşmuş iç-içe katmerli enerji kürelerinden oluşmaktadır.
Evreni tutan kuvvet, iki atomu bir araya getirip molekül yapan çekim kuvvetini tanıdık ve bol bol söz ettik (ilk cilt).

Elektron ve protonu birbirinden yüzbin kat uzakta tutan ve böylece atomu oluşturan elektromagnetik kuvvetten de söz ettik. Bu kuvvet yüklü parçacıklar arasında “Kuant” denen ışık zerrecikleriyle, enerji tespihçikleriyle birbirleriyle haberleşirler ve bu arada haberleşme bölgesine de “Alan” denir ve klasik “Kuvvet” sözünün yerine geçer. Bu kuvvet alanları “Boşluk” sanılıyor.

Atom dünyasındaki boşluklar aslında “Enerji” alanlarıdır ve esîrîdir. Bu boşluktaki tek maddî şey olan protonu aldık ve onun üç parçadan oluşan başka büyük bir boşluk olduğunu gördük. Sonra bu parçacığı da aldık, onun da ardında bir boşluk daha gördük. Böylece KUANT denen ışık zerrecikleriyle buluştuk. İşte bu enerji noktacıkları evrenin temelidir. Madde olarak evren boşluklardan oluşmuştur. Boşluklar ise enerji noktacıklarından. Pekiyi bu nereye kadar gider? Demek ki daha da küçük, mini-mini bir evrenle buluşacağız.

Atomun çekirdeğinin içine girdiğimizde, örneğin bir protonun yapısına sızdığımızda, bunun yuvarlak bir bilya değil; üç tane kuark denen atom altı yapıdan oluştuğunu anlıyoruz.

Kuarklar ve onların bir altında yer alan leptoquark, Higgs bozonları, gravitino gibi mini mini kuantlar ortaya çıkıyor.

O zaman biz atomun içinde ne var olduğunu şöyle anlatabiliriz: Atom maddeyi temsil eder. Ama atomun yapısı doğrudan kuant denen enerji noktacıklarıdır, yani maddenin temeli enerjidir. Atomun ölçülen bir çapı vardır, protonun da…

Fakat bundan aşağı gittiğimizde artık BOYUTSUZ kuant noktacıkları olan enerji tespihçikleri yer almaktadır. Çapları yoktur, çünkü her nokta gibi boyutsuzdur.

Madde atoma, atom da böylece kuantlara inmektedir ve evrenin özü (türlü isimlerle saydığımız çeşitli) kuantlardan oluşmaktadır. İşte atomun dev gibi kaldığı, başka bir mini evrene bu noktadan giriyoruz.

Bu evrende en küçük ışık zerreciğinin (Gamma fotonu) dalga boyu 0,0000000000001 cm.dir. Bundan küçük bir ışık yoktur.

Minik mesafelerde acaba “Uzay-zaman” ne anlamdadır? Örneğin evren bir saniyenin 0,000 000 000 000 000 001’i gibi bir saniyede her şeyiyle vardı. Bu arada boyu da yine virgüllü sıfırın sağına eklenecek 40 sıfırlı zerreydi. Bu artık zamanın “Hiç akmadığı” ve ışığın hiç yol alamadığı hiç bir mesafededir. Artık uzay-zaman diye bir şey yoktur, ikisi aynı tek şeydir ve çizgileri bitişiktir.

Bir cismi on milyar x milyar kez sıkıştırırız ve artık sıkışmanın sonu gelir, sıkışıklık olayı ortadan kalkar. Bir mini noktacığın yer aldığı 80 sıfırlı ondalık sayıda çekim de ortadan kalkar. Çünkü kendisi de kuantik olan çekimin oluşması mümkün değildir.

Uzayı, zamanı, çekimi, karadeliği bile olamayan bu bölgenin başladığı noktada, MADDE dediğimiz ve aslı ENERJİ yani Kuant noktacıkları olan şeyler yaratılamaz. Çünkü bu noktadan sonra her şey artık sıfıra eşitlenmiş. Üstelik sıfırdan da küçük ağırlıklardadır. Yani soyuttur.

Planck uzayını böylece “Kuantlaşma” yani “Nokta nokta enerji birimleri, boyutsuz küçük enerji paketçiklerinin üretildiği bölge” olarak düşünebiliriz. Ama öyle bir tabanı vardır ki, artık noktadan (boyutsuzluktan) da küçük bir bölgedir. Sıfırdan küçük tek boyutta SİNGULARİTE, tekillik bölgesindedir. Oradaki enerji de kuantlaşmaz ve bütün bir enerjidir (Diskret, kopuk, kesik değil, globular ayrılmaz bütün bir enerji).

KESİM : 70

KUANTLAŞMANIN SONU

Arzın tabanı

Bu sınır bulunmuştur. Evrenimizin bittiği Kuantum tabanı Planck eylem sabiti denen birim boy yani 1,3 x 0,000 000 000 0001 cm.dir. Bundan küçük bir uzayda artık MADDE’yi oluşturan KUANT üretimi olmaz. Burada zaman ve çekim de olmaz, uzay sonsuz küçülür. Kuant üretimi bitince SOMUT MADDE de biter. Oysa madde evreninin özü, aslı temeli sadece kuantlardır. Anlamı da NİCELİK’tir ve kemiyet (belli bir sayı) demektir. Çünkü ne kadar kuant yaratıldığını yani “Ordularını, Rabbinden başkası bilmez” (PARAMETRİKTİR).

“Altın” örneğimizdeki, “Altının, altın olmaktan çıkıp mini bir uzay” haline geldiği PLANCK bölgesini hatırlayalım. Artık altının değil de atomun görüldüğü bu bölgeden itibaren KUANTUM FİZİĞİ başlamaktadır. Bu limitte mikro-evrenimiz oluşur. Madde en küçük düzeyde burada yer alır ve aslında birer enerji örgütüdür, boşluklar âlemidir.

Atom, öteki kuantların tersine “Kapalı-duran” bir kuant sisteminden ortaya çıkar, çekirdekte proton manyetik koordinatlara dik olduğu için artı yük alırken, aynı koordinata paralel olan nötron sıfır yük alır. Uzaktaki elektron da protona zıt yönde dik olduğu için eksi yük alır ve böylece atom kurulmuş olur. Artık bunlar mekanik yasalarla değil, sadece kuantum yasalarıyla yönetilir. Karmaşık atomlarda güçlü çekirdek kuvveti onları bir arada tutarak yüzlerce çekirdek elemanını ve buna bağlı yüzlerce elektronu, birbirine bir çarpma ya da aksama olayına yer vermeksizin düzenler.

Dış bir etki bile saniyenin onmilyonda bir zaman içinde hızla düzeltilir. Bu etki o minicik çekirdeğin ısısını bir hidrojen bombasının tahribatına eşit dehşette yükseltir. Fakat çekirdek, bu patlamayı önlemek için nötrino denen birimlerini zayıf çekirdek kuvvetiyle dışarı atar ve yeniden kararlı olur.

Bu frenleme olmasaydı, trilyarlarca atom, bir öksürmeyle patlayabilir ve dünyamızı bir anda yok edebilirdi. Nötrinolar, işte bu kuvveti sünger gibi emerek, nötr bir enerji gibi bize değmeden alıp götürürler. Bu işleve de “Zayıf Çekirdek Kuvveti” diyoruz.

Bir atomun bir element çekirdeği oluşturmasında özel bir manyetik rezonansı ve bunun özel bir çekirdek dalgacığı vardır ki bu ZİKRİN binbir dilinden biridir ve atomun kimliğidir.

Atomun bir kapalı sistem olmasıyla (onun H atomu olarak) çapı, bir santimetrenin yüz milyonda biri olan Angström mesafesi olarak sabitleşir. Çekirdeği ise bunun yüzbinde biri yani santimin yüz katrilyonda biridir ve buraya da Fermi mesafesi denmektedir. Mini evren (Planck-Kuantum uzayı) böylece Angström-Fermi mesafesi içindedir. Bunun matematik gösterimi şöyledir:

1,4 x 0,00000000000001 cm. ilâ 1/3 x 0.0000000001 cm. Bu mesafeden büyüğü bizim evrendir, bu mesafe ise minik evrendir. Ama verdiğimiz küçük tabandan ötede daha mini-mini bir uzay olması gerekmiyor mu?

Kuantum fiziği böyle bir mini mekânda artık parçacık yani kuantlaşma bulamıyor. Her şey magnetik rezonanslar manzumesi oluyor. Kuantum fiziği evreni PARÇACIK olarak görmek istemektedir. Dolayısıyla magnetik rezonanslar bir parçacık olacak kadar kararlı değillerdir ve sadece vibration olarak zikr ile titreşmektedirler. O halde bu mini mekâna, zaman boyutu teğet olduğu için çalışmaz ve dolayısıyla orada çok müthiş bir enerji vardır.

10^-13 cm.den küçük alanlardaki bu çok korkunç kuvvet olan rezonanslar (No ve Delta tipi) hep gözleniyor ve bildiğimiz bir çekirdekten belki de milyonlarca kez ağır oldukları biliniyor.

Demek ki orada bir KUANTLAŞMAYAN ÖZENERJİ var!..

Birinci cildimizde de ön bilgi olarak zaman zaman sunduğumuz SONSUZ ENERJİ’nin, hiç tükenmediğini; tersine arttığını, çünkü kuantlaşmadığını, bir bütün hâlinde TEK NUR olup, kesikli salınmadığını hatırlatalım. Madde ötesi bundan kuruludur. Nur’un hız kaybederek, ışık hızına düşmesiyle, kesikli yani “Kuant denen enerji tesbihçikleri” biçiminde salındığını ve böylece maddeyi yarattığını ileri kesimlerde ve referanslarda açıklayacağım.

Evrende ne varsa, bu boyutsuz enerji noktacıkları olan kuant tespihçiklerden yapılmıştır. Atomun altındaki çekirdek ve onun altındaki her şey, güneşler, uzay ne varsa bu kuantlardır. Böylece kuantların evrenine girmiş bulunduk. Çünkü kuantların “Ardında ne var?” sorusu bizi, başka bir boyuta çıkaracaktır: Tünellere!..

Karmaşık atomlar, sanki bu en basit atom olan H (Hidrojen) atomunun iç-içe yığılmış biçimidir. Çekirdek (proton ve nötronlar) daha çok sayıdadır, içinde ne kadar proton varsa; o kadar da çevrede elektron vardır. Yani iç-içe enerji kürelerinden oluşmuş katmerli kabuklar vardır. Yine de aslında her şey “Alan” dediğimiz bir boşluktur.

Çekirdeğe yapacağımız bir yolculuk da bizi yine boşluğa götürecektir: Proton da dev bir boşluk küresidir ve içinde üç tane KUARK vardır. Kuarkların ardında bir boşluk daha!.. Böylece sonunda KUANT denen enerjinin noktasal boyutsuz zerreleriyle buluşuruz.

İşte bu enerji tanecikleri evrenin maddî yönünün temelidir. Madde olarak evren, boşluklardan oluşmuşur. Boşluktaki küçük ağırlıklar da kuant denen enerji noktacıklarından kuruludur. “Cisim” madde dediğimiz, kısaca şarkılara bile “Yalan dünya” diye geçen bu fânî evren, işte bu tesbih tanecikleri kuantlarla kuruludur. Evrende her şeyin Allah’ı zikrettiğini, fakat bunun bizce hissedilmediğini âyetlerde vermiştik. Bunun bir tecellisi de, hem kuant, hem de (gizli ve görünmeyen) “NUR”a çok benzeyen nötrinolardır. Nötrinolar kuantlaşabilir de saklanabilir de… Böylece onların da “İkili mizacı” olduğu anlaşılır.

Nötrinolardan itibaren SAKLANAN bu Nur’un pırıl pırıl görünmesi gerekirken, “KARANLIK” olmasını neyle açıklarız?

İnsanların “Melek, Nur” görmeye dayanamayacaklarını belirten âyetler uyarınca, içimizdeki magnetik fırtınalar, çekirdek kuvvetleri patlamaları ya da Hz. Lut’un karısının kristalleşerek “Heykelleştiği” hatırlanırsa onun “SAKLI” olması lehimizedir.

Çekirdek kuvvetleri atomun içinde saklı olduğundan (Çernobil, Hiroşima ya da Nagasaki) benzeri her nokta tutuşup, patlamaz!.. Kaldı ki bu nükleer felâket, yalnızca NUR’un bize küçük bir uzantısı, çok hafif minicik bir göstergesidir. Kendisi ise, doğrudan “ALLAH’tan kaynaklanan kudrettir.” (Rabbimizin bir ismi de NUR’dur.) [NUR değil de; NURÜN ALA NUR’dur]

Yasin-36 gibi mükerrer âyetlerden, evrenin her varlığının “Çift çift” yaratıldığını anlıyoruz. Bu çiftler içinde yer (cisim mekânı) ve gök (kuvvet alanları) gibi Ledünnî (Batınî, ezoterik) anlamlar da vardır. Gece ve gündüz terimleri de böyledir:

“GÖKLERİ VE YERİ HAK OLARAK YARATTI. O GECEYİ GÜNDÜZÜN ÜSTÜNE ÖRTÜYOR. GÜNDÜZÜ DE GEÇENİN ÜSTÜNE SARIYOR…” (Zümer-5).

Nötrinolardan, kuvvet alanları fotonlarından başlayarak, ışımayan saklı NUR’a kadar her şey bu “GECE”nin sırrındadır. Bizim aydınlık ışık dediğimiz sonlu enerji “NAR”dır. O görmediğimiz dehşetli sonsuz özenerji ise “NUR”dur. Böylece gece, gündüzün üstüne ve gündüz de gecenin üstüne bürünüp, sarılmış oluyor. Başka âyetlerde de gecenin içinden günün çıktığının ve bunun tersine günün içinden de gecenin çıktığının bir sırrı da budur.

KESİM : 71

DUALİTY

“İkili mizaç”

Çift çift sırrındaki gece ve gündüz terimleri aynı zamanda ışıyan madde ile ışımayan madde (Nötrinolar, karadelikler ve negatif evrenin gölge maddesi olan şablonlar ile zımnî kuantların taşıdığı esir alan teorileri) ayırımıdır. Evrenin dört temel kuvveti de önce ikiye ayrılır: Cazibe (Çekim ve manyetizma), interaksiyon (güçlü ve zayıf çekirdek kuvveti ikilileri). Ayrıca çift yanlı kuvvetler (Çekim-elektromagnetizma, güçlü ve zayıf çekirdek kuvvetleri) ve tek yanlı kuvvetler (Çekim, zaman, termodinamik genişleme) gibi ikililer vardır.

Gök ve yerler çifti ise, bu alanlar ile kütleleşen diğer maddenin tanımıdır. Evrenin dört kuvveti bu görünmeyen zımnî-virtüel enerji noktacıklarıyla birbirinden haberleşir. Haberleşme bölgesine “Alan” denmektedir ki, bu klasik kuvvet ve merkez kaç ile merkezcil kuvvetlerin yerine geçmektedir. (Hünnes ve Künnes bir anlamda da budur.)

Demek ki boşluk sandığımız her şey aslında bir “Alan”dır. Bu alanların da enerji dolu olması nedeniyle bir ağırlığı vardır. Bu alanların enerjileri öylesine büyüktür ve gizlidir (Spesifik) ki, hepsi bir birleşik alan olur ve graviton, foton, bozon, gluon gibi çok ağır parçacıkları içlerinde saklarlar.

Einstein’ın büyük bir yanılgısı, madde kütlesini varlık, kalan her şeyi boşluk (vakum yokluk) kabul etmesidir. Şimdi bu düşünce bırakılmıştır. Çünkü boşluk denen şey elektromagnetik alanlar, zayıf nötrino akımları ve çekimci dalgalarla ve karanlık maddeyle tıkabasa doludur. Evrende zerre kadar boş yer olmadığı da doğrulanmıştır. Heisenberg’in tamamen arınmış bir boşlukta bile atomik denge gereği çevreden (tünelden) ödünç enerji aldıkları görüşü 1985’de doğrulandı. Mutlak boşluk (vakum) yeni ve güçlü kuantlar üretmektedir. Deneyi yapan teorik fizikçi P. Davies, “ALLAH varlığı fizik olarak böylece gerçekleşti” diye demeç vermek zorunda kaldı.

Böylece madde kütlesine “Yer” ve bunun dışında kalan “Alan” denen esîr enerjisine de “Gök” terimi kullanılmıştır. Yer ve gök; gece ile gündüz bitişik ve tek şeyken ayrılmıştır. Dolayısıyla bu her şeyin BİTİŞİK bir düalitesi (ikiciliği) olduğunu ima etmiştir. Çiftin çifti âyetleri…

Düaliteyi ise fizik daha 80 yıl önce ancak akıl etmiş, dolayısıyla kuantum teoremini kurmuştur.

Halbuki, önceden ışık bir dalgacık olarak Maxwell denklemlerine girerken, Newton ise buna “Parçacık=Korpüskül” akımı demiştir.

Fakat gerçek bambaşka çıkacaktı ve bu kavgayı uzlaştıracaktı: Varlık (Işık ya da elektron ya da madde) tabiatında İKİCİLİK vardır, örneğin “Işık bir dalgacık mıdır; maddecik midir?” sorusunun cevabını KUANTUM mekaniği verdi: Her ikisi de…

Schrödinger maddeyi “Dalga mekaniği” olarak ele aldı. Broglie ise dalgayı “Maddenin duran bir dalga” olduğu biçiminde gösterdi.. Böylece biz madde de dâhil, her şeyin ikili bir davranışı olduğunu bulduk. Her parçacığa eşlik eden bir dalgacık, her dalgacığa eşlik eden bir parçacık vardır. Fakat ikisi “TEK” şeydir. Parçacık özelliği, enerjinin madde olarak değişmesi; dalgacık özelliği ise maddenin enerji olarak bağımsızlığıdır.

Dünyamızın bir parçacık olduğunu düşünelim: Bu evrende güneş çevresinde bir yörüngeye sahiptir ve sanıldığı gibi dairesel değildir. Çünkü güneşin de galaksi kolu içinde bir yörüngesi vardır ve dünya yörüngesini bir dalga gibi sürükler götürür. Elbette bu örnek mikro âlemin dalga-parça özelliğinden daha abartılmıştır. (Rotasyon, nütasyon, spin gibi.)

Kuant denen ışık zerreleri, bir tesbih ipine (magnetik çizgiye) dizilmiş tesbih tanecikleridir ve boyutsuz enerji paketçikleridir. Her tespihçik tanesine bir dalga (Vibration, rezonans) eşlik etmektedir. Tanenin kendisi de bir parçacık gibi davranmaktadır (Particle).

Daha somut bir örnekle, mikro âlem dalgalar denizidir ve birbiriyle (eş-özdeş-eşlenik olanlar) etkileşir ve o zaman tanecik olduğunu anlarız. Maddenin kendisi bile “DURAN DALGA”dır. Enerji bile “SEYYAL-CEVVAL BİR MADDEDİR”.

Kuantum fiziği bu ikili yaratılışı söylüyor. Ama belirsizlik ilkesi ise hem dalgacık hem parçacık olan bir kuantın, ne zaman dalga ne zaman parça olması gerektiğinin saptanamayacağını gösteriyor. Evrende nicelik sonsuz çoktur ve her şey her an değişkendir.

Kuantların ve atomaltı ölçekteki parçacıkların dalga-parça düalitesi, ayrı ayrı ele alınırsa birbirlerini dışlarlar ve bizi kandırırlar. Nitekim hep kandırmışlardı.

Ama bu TEK olaya iki bakış açısından ayrı ayrı bakıp da iki gerçekliğini gördüğümüzde, modern fizik başlamış oldu.

REFERANS – A

ELEKTRON KUANTUMU

Kuantum teoremi, şimdilik elektronu tam anlamıyla açıklamakta, diğer çekirdek parçacıklarına da oldukça yabancı durmaktadır. Kısaca kuantum teoremi en başta yalnızca “Elektrona” yönelmişti.

Elektron, çok basit bir anlatımla “Yerleşik ve sabit bir madde dalgası” görünümündedir. Yani bir noktasal kuant olarak “Geçip gideceğine” elektron olarak çekirdeğe bağlanmış kalmıştır. Kuantum teoremi bunun niçin böyle olduğunu bilemez ama elektronu büyük sırlarına rağmen açıklar.

Bilindiği gibi elektron, çekirdekte kaç tane proton varsa, aynı sayıda “Uydu” olan eksi yüklü bir parçacıktır. (Antimaddesi olan pozitron ise tersidir. Aynı biçimde proton artı yüklü; antiproton eksi yüklüdür.)

Elektronlar, nötronlara bağlanmaz, çünkü nötronlar yüksüzdür. Eğer bir atomda protondan az elektron olursa, o atoma “iyonlaşmış” deriz.

Moleküllerde, iki atom, dış kabuktaki elektronu paylaşmak üzere birlik kurarlar. Böylece paylaşılan elektron iki atomun da “Ortak uydusu” olur ve ikisinin de çevresinde dolanır. Moleküller, elektronlarını evlendiren atomlardır.

Elektronlar bu evliliğe türlü biçimde gelin giderler. Metallerde serbest göçebe dolaşırlarken, hayat kimyasını oluşturan organik elementlerde organik bağlar (çift üçlüler ve hibridler vb.) ile dev moleküller dizgeleri olan “Atom kentleri” kurarlar.

Elektron, atomik süreçlerin enerji birimi olan kuantların katları haline gelmiş bir duran madde dalgasıdır. Bohr bunu bulmuş fakat niçin böyle olduğunu açıklayamamıştır. Elektronlar hidrojende bir tane fakat sıradaki ikinci element olan helyumda iki tanedir; uranyumda 92 tanedir. O zaman kabuklar yani elektron seviyeleri birçok iç-içe katmerli kabuklar biçiminde dizilmiştir. Karışık atomlarda bu iç-içe soğan kabuğu gibi düşünülmelidir. Elektronların birer enerji düzeyine bağlı iç-içe kabukları olan yörüngeleri vardır. Bunlar ayrıca aldıkları enerjiyle sıçramalı hareket ederek alt yörüngeler de oluşturur. Bunlar ne kadar çok olursa olsun, spin denen “Zıt kutuplanma veya zıt dönü” ile birbirlerine hiç değmeden sürekli dönerler. Hızları ne zaman nerede olduklarını ifade eden konumları bir arada belli olamaz, saptanamaz. Elektronların her yörünge yarıçapına bir enerji düzeyi düşer. Elektron kabuğu bir varlığın (atom nefsinin) ta kendisidir ve bireyselliğin sınırlarını belirler. Nefs ve Cin bedeninin de elektronla sıkı sıkı ilişkisi vardır. Çünkü bunların bize gözükmeyip aynı bir evren gibi durmasında araya “BELİRSİZLİK” ilkesi girmesi ve rölativite hızlarıyla aramızda bir zaman perdesi oluşması neden olur.

İndeterminizm ya da kesinsizlik ilkesi, atom altı varlıkların aynı anda hız, uzay-zaman konumlarının hesaplanmasını engeller. Çünkü atomaltındaki her şey elektrondan başlayarak, bir maddeden çok “DALGALARA” benzediği için kesin konum ölçülemez. Üstelik atomaltı ölçeklerde “Değişmeyen sabit madde ve belirli bir hacım ve arada bir mesafeyle ayrılmış cisimler” yoktur. Her şey noktasaldır ve birbirleriyle etkileşmeleri de basit itip-çekme benzeri mekanik güçler aracılığıyla olmaz. Elektronların hem bir dalga olup, hem de bir gülle gibi davranmaları yüzünden “Parçacık” ve aynı zamanda “Dalgacık” olmak gibi ikili bir tabiatları (Düalitesi) vardır. Bu iki özelliğe ayrı ayrı bakılır, fakat ortak düşünülür.

Elektronlar hem bir dalgacık demeti (Katod ışınları) hem de parçacık (elektron) (Beta) olarak davranmaktadır. Bu ikisi birbirini “Tamamlayıcılık ilkesiyle” bütünler. Böylece tek bir olaya dalga ve madde görüşleriyle bakılarak eksiksiz bir görüş sağlanır. Eğer bunlara tek yanlı bakılırsa, birbirlerini inkâr ederler. Ama iki özelliğiyle bakıldığında gerçekliği ortaya çıkar. Protonlar da parçacık olduğu halde kanal ışını elde edilir. Daha ağır parçacıklardan da kaskad ışını [*] elde edilebilir. Zaten teorik fizik denklemleri bize olguları değil, bu olguların ihtimal ya da imkân aralıklarını ima ederken, kütlelerin hareketi hakkında bir şey vermez. Denklemler çok soyut olan alanların davranışlarını düzenler. Alanlar ise asla madde değildir. Doğanın dört kuvveti bu alanlarca yönetilir. Alan teoremi, maddenin, dalga benzeri süreçlerden oluştuğunu ima etmektedir.

[*] Ardz-Arch blog notu: Bknz. “Şıhab şudur: Kozmik primer/cascade ışınları, yani tüm ömrü 300 metre boyunca yaşayıp ölen çok şiddetli bir rezonans parçacığı/hyperon.” Hv.Aiberg, KwL.20020515/093

REFERANS – B

BELİRSİZLİK İLKESİ (İNDEREMİNİZM)

Elektronun sözünü ettiğimiz enerjik kabukta, bilinmedik bir hızla dolanmasının anlamı, ne zaman nerede olacağının bir sır olması demektir. Konumu, zamanı ve hızı birlikte hesaplanarak bu güçlük aşılır. Ama üç hesabın bir arada bulunması da “Kesinsizlik, belirsizlik” oluşturur.

Belirsizlik ya da kesinsizlik ilkesi Heisenberg tarafından bulunan bir matristir. UZAY-ZAMAN ikileminden birini belirlemek ötekini kaybetmek demektir. Evrenin kontrol sırrı olan beliirsizlik ilkesi türlü yorumlara götürülmüştür. Örneğin evrenin bir şans eseri yaratıldığını savunanlar, bir “İhtimal-Olasılık” matematiğine bağlı “İstatistiksel fizik” gözü ile evreni görürler. Yani sanki Yaratan bir yazı-tura atmış ve öyle karar vermiştir. Belirsizlik bizim inancımıza göre, karadelik tekilliği gibi bir singularite ya da anket hesabı olan Probabilitedeğil; “İKİ YANLI YARATILIŞ” olan Parite’nin bir çift  huni gibi birleştiği biçiminde düşünülmelidir. Belirsizlik ilkesi, bireyselliği ortadan kaldırır ve bireyleri istatistiksel toplum olarak düşünür. Russel’in verdiği örnekle belirsizlik ilkesini açıklamaya çalışalım: Bir sigorta şirketi müşterilerinin her yıl belli bir miktarda öleceğini yaklaşık olarak hesaplar. Örneğin her yıl ortalama 5 müşteri ölmekte ve bunlara hayat sigortası primi ödenmektedir. Sigorta şirketleri bu “Beş kişinin kimler olduğunu bilemez, kimlerin öleceğini değil; kaç kişinin öleceğini” hesaplayabilir. Ya da biz ülkemizde nüfusun yılda ne kadar arttığını çok yaklaşık bulabiliriz, ama kimlerin doğacağını, kimlerin öleceğini değil!.. Bir ırmağın saniyede kaç metreküp su akıttığını hesaplarız ama, hangi moleküllerin akacağını bilemeyiz. Yani kişisel kaderlerle değil; o topluluğun ortalama anketiyle genel olarak ilgilenebiliriz. Elektronun da durumu aynıdır: Ona izaf ettiğimiz “Enerji küresi” elektronun içine ya da dışına çıkamadığı, orada bulunması gereken bir “İhtimal-Olasılık” zarfıdır. Elektron bunun içinde sıçramalı hareketlerle, belirsiz bir hızla her an her yerde olabilir. Ama bu “İhtimal küresinin” dışında olamaz! Böylece yörünge denen bir çember, daire yerine, üç boyutlu bir küre kavramı getirilir. Belirsizlik ilkesi çok kesin ölçüm yapabilmektedir. Ölçüm, “Özel kimseler” üzerine değil; bunların sayıları üzerinedir. Doğanın üçüncü kuvveti olan ZAYIF NÜKLEER KUVVET’in yönettiği radyoaktif bozunma bunun bir örneğidir:

Bir kilo uranyum, 1620 yıl sonra tam yarısını enerjiye çevirerek yarım kiloya iner. Bu yarım kilo da 1620 yıl sonra 250 grama iner. Sonunda hep böyle yarılanarak, geriye kotan iki atomdan biri de enerjiye dönüşür.

Buna yarı ömür ya da yarılanma süreci denir. Uranyumun yarılanacağını biliriz ama, hangi atomların enerjiye dönüşüp, hangilerinin kalacağını bilemeyiz.

Böylece göründüğü gibi “İhtimal hesapları” tutmaktadır. Ne var ki, bu atomları tek tek numaralasaydık, bunların hangisinin yarılanmaya katıldığını anlayabilirdik. Ama belirsizlik ilkesinin sonsuz ihtimâller üzerine kurulduğu fikri tartışmaya açıktır. Çünkü evrende her şey “Çok çok” değil; çift çift yaratılmıştır. Madde-antimadde bunun bir örneğidir. Eğer bir çok türlü madde yaratılsaydı, sonsuz ihtimalli evren ve Yaratanın zar atarak oluşturduğu bir tesadüfi evrene inanırdık. Atomları oluşturan kuantlar bile “Çift çift” spin denen birbirine zıt dönü ile BİR ÇİFT yaratılmaktadır. Hatta bunların ışıkları bile çift polarize düzlemde yol alır. Evren sonsuz ihtimalle de yaratılsa, her şeyi “Çift çift” olduğu için kesinsizlik ilkesi ihtimal hesabına kavuşursa da bunlar sonuçta yine “Düaliteye” indirgenir. Evren çok sayıda “Çiftler”dir. Bu çiftlerden birini belirleyerek ötekinin de ona zıt özdeş (Eşlenik) davranışlarını çıkarabiliriz. Fizikçilerin bu ikilem (Düalite) üzerinde durmaları ve herşeyin çift çift yaratılması olan “Madde-Antimadde” gibi eşlenikleri bulmaları sorumsuzca bir düşünce değildir ve Kuantum fiziğinin zaferidir.

REFERANS – C

KUANTUM TEOREMİNE GİRİŞ

Kuantum teoremi “doğum sıkıntısı” çekmektedir ve giderek evrenin maddî bütün yaratılışını açıklayarak, sonra kendi ötesine ya da madde ötesine yol vermektedir.

Kuantum mekaniği, sadece maddî evrenin sınırlarını çizdiği için, yalnızca bu yönüyle düşünülmelidir.

Kuantum teoremi denildiğinde, trilyonlarca ışık noktasının evrende her şeyi yarattığı biçiminde anlaşılmalıdır.

Bir ışık zerresine kuant denmektedir. Tamamı ışık hızıyla giderler, hızlanıp yavaşlarlar.

Bize bu kapıyı açan Max Planck’tır. O mini evrene girmemizi sağlayan “Kuantum” teoremini kurarak mikroskobik dünyanın nasıl çalıştığını anlatmıştır. Evrenin yapıtaşları kuantlar denen tesbih taneciklerinin olası tertiplenmelerinden ortaya maddî evren çıkmıştır. Oysa kuantlar bir madde değil; enerji birimleridir. Maddeyi boyutlandırırlar, kendileri ise boyutsuz “NOKTASAL” varlıklardır. Her koordinat noktası gibi eni, boyu ve yüksekliği olmayan “Sıfır” boyutta ışık zerreleridir. Işık görünen olaydır. Ama bir de ışımayan, zımni (Virtüel karanlık) kuantlar vardır ki, bunlar, çekim ve diğer kuvvet alanlarının iletişiminden sorumludurlar.

Kur’an’ımız da Ledünnî anlamda gün ve güneş “ışıyan” kuantların; gece ve ay “zımnî” “ışımayan” kuantların simgesidir.

Kuantum teoreminin çok değerli sayısız teorisyenler tarafından ele alındığını ve ortak çabadan çıktığını, büyük sancılarla doğduğunu belirtelim. Max Planck, evrenin kuanntlardan oluştuğunu bulmuş, aynı şeylere “foton” diyen Einstein, kuantların hem dalgacık hem maddecik olduğunu göstermiştir. Louis de Broglie ise maddenin duran dalga (kararlı ve yerleşik) olduğunu, Schrödinger ise “dalga” yapısını “maddeye” başvurmadan soruşturmuştur. Bohr, Dirac, Pauli gibi değerli teorisyenler de kurgusunu ortaya koymuştur.

Vücudumuzun sayılı miktarda “Hücre”den ya da “Atom”dan kurulduğunu biliriz. Atomaltı parçacıklar da kuantlardan kurulmuştur. Ne var ki, atomun da, hücrenin de boyutları vardır, fakat noktasal kuantın boyutu yoktur. Yani “Kaç tane” kuanttan bir proton ya da elektron oluştuğu sorusu çok anlamsız kalır.

O tek nokta, çok şiddetli bir enerji verildiğinde, tek başına proton ya da nötron, elektron oluşturur. Böylece “Şu kadar kuanttan proton kurulmuştur” diyemeyiz. Hatta evrenin kendisi bir TEK KUANT olan AKNOKTA’dır.

Kuantum teoreminde “kuantları” şimdilik noktasal olarak düşünelim. Aslında kuantlar, ikinci ciltte ispatladığım üzere, on boyutlu rezonanslar, tünelin kesitleri olan nokta görüntüsündeki “Mini aknoktacıklar”dır. Enerji aldıkları zaman parlarlar. Eğer kendi enerjileriyle kalırlarsa, alan kuvvetini iletmeyi sürdürürler. Yani zımnî (Işımaz, gizli ya da elektromagnetik olmaksızın) kalırlar.

Kuantların birer mini aknokta olduklarına işaret de “Elektrik yükleri” ya da mıknatıs kutuplarıdır: Evrende ne kadar artı varsa, o kadar da eksi karşıtı vardır. Elektromagnetizma ya da elektrik toprak-faz ikileminin yükleri, (milyarlarca, trilyarlarca kuantın) mini şimşeklerinin aynı anda ve eşit sayıda patlamasıdır. Bu da evrenin “Patlamasının” en küçük ölçekteki bir benzeridir.

Dolayısıyla kuantları, bir de “Mini aknokta patlamaları” olan minik yıldırımcıklar biçiminde düşünmeliyiz. Kuantum teoremi işin bu yönünü şimdiye kadar hiç fark etmemiştir.

Mıknatısların kutupları birbirini çekerken ya da iterken bu eşit sayıda patlayan ışıksız ya da ışıklı noktacıkların bu iki mıknatıs arasında gidip gelmesinden itim ve çekim doğar. Elektromagnetizma en sade olarak budur.

Yeterli enerjileri olan iki kuant birbiriyle çarpışırsa, biri madde öteki antimadde olan bir çift parçacık oluştururlar. Buna “ÇİFT ÜRETİMİ” denir (Pair Production). Bu olayın tersine birbirinin antisi olan iki parçacık karşı karşıya geldiklerinde birbirini yok ederek bir çift kuanta dönüşürler. Bu bir çift ışık zıt ve polarizlenmiş yönde birbirinden uzaklaşır.

Madde-antimadde kuantlardan BİR ÇİFT halinde yaratılmıştır. Yine her ikisi birbirini yok ederek (ANNİHİLATİON) yine bir çift kuanta dönüşürler. Böylece, bir çift enerjik kuantın bir çift madde yaratması üzerine “Maddî” evren olmuştur. Evren ÇİFT ÜRETİMİNDEN ortaya çıkmış ÇİFT ÇİFT bir dizgedir. Hatta kuant çifti birbirine zıt dönerek bir çift maddeyi üretirler. Böylece sıralanırlar ve düzene girerler. Bir madde gözlediğimizde mutlaka onun bir “İkizi-antisi” daha bulunmalıdır.

Kuantların “proton, nötron ve elektron” adıyla “KARARLI-YERLEŞİK” olmasına madde diyoruz. Serbest kuantlar ise birer rezonans ya da ALAN kuvveti temsilcileri olarak kalırlar. Kuantların “düalitesi” üzerinde durmuş, hem “DALGACIK” hem de PARÇACIK” ikili özelliklerinin bir arada olduğuna dikkat çekmiştik.

Maddeyi enerji; enerjiyi kuantlar oluşturuyor. Kuantların dalgacık-rezonans özellikleri yanında parçacık-korpüskül özelliği de var. Buna “Bir elektromagnetik dalgaya eşlik eden noktasal bir foton” deriz. Radyo TV dalgaları budur. Radyo dalgalarına eşlik eden kuantların, alıcımızdaki elektronlara çarparak onları yerinden kopartmasıyla kulak, göz zevkine erişiriz. Eğer kuantların bu dalgacık özelliği olmasaydı, güneşten dünyaya kadar 150 milyon km yol alıp, sonra dünya yüzeyine çarparak (parçacık özelliği budur) bize hayatın ısı ve aydınlığını getirmesi mümkün olmazdı. Isı ve ışık, kuantların ard arda dizilmesidir.

REFERANS – D

HİYERARŞİ

Kuant kavramının şimdiye kadar hiç açıklanmamış bir yanına değinmek gerekli: Bir tek kuant olan aknokta, süper uzaydaki sayısız aknoktacıklardan biridir. Bu bir tek aknoktadan bütün evren ve içindeki kuantları çıkmıştır. Bir tek kuant evrenin soğumasıyla alt kuantlara bölünmüş, soğuma sürdükçe de bir iken sonsuz olmuştur. Bir tek kuant bir evren, bir proton, bir nötron, bir elektron, bunlardan ağır saydığımız birleşik alan parçacıkları oluşturduğuna göre, teklik ile çokluğun aynı noktada, kuantta birleştiğini sezebiliriz.

Kuantlar “Maddî evreni” kurmakla yükümlüdürler. Bir iken çoklaşmaları onların ardında bir tünel olduğunun işaretidir. Tünelden bu taraftaki evrene teklikleri çiftler halinde ufalayarak geçmektedirler. En yakın ile en uzak uzaylar nasıl ki tünelde bir araya geliyorlarsa, teklik ile çokluk da bir araya gelmektedir. Bir tek kuantın böylesine çoğalması yüzünden birleşik alanların dört temel kuvveti ortaya çıkmıştır. Madde (Proton, nötron, elektron) ortaya çıkmıştır, hayat ortaya çıkmıştır.

Varlıklar, bizler de birer kuant yığınıyız; alt sistemlerin, üst sistemlere tırmanması biçiminde organize oluruz.

Kuantlar evrenin yapıtaşları, altyapı birimleridir. Daha doğrusu evren kuantlardan tek malzeme olarak kuruludur. Kuantlar örgütlenip, atomaltı parçacıklar olarak karar kılarlar ve böylece madde de yaratılmış olur. En küçükten en büyüğe, küçük kesretten tam sayıya çokluktan tekliğe, tümden gelimden tüme varıma doğru bir hiyerarşi oluştururlar.

Hiyerarşi, küçükten büyüğe doğru dizilme anlamına gelir. Alt yapılar bir üst yapının disiplin sistemine bağlanırlar. Bir orduyu önce “Bireyler” oluşturur. Sonra bunlardan beş tanesi tim, iki tim bir manga, dört manga bir takım ya da batarya oluşturur. Böylece bölük, tabur, alay, tugay, tümen, kolordulardan, “Ordu” kurulmuş olur.

“Hiyerarşi” evrende toplu ve genel bir yasadır. Melekler bile ilâhî bir hiyerarşiye hizmet ederler. Emir-komuta zinciri gibi, “Başkomutana kadar” türlü kademeler ile bir üst disiplinin üyesidirler.

Evrende bir hiyerarşi vardır. Örneğin yıldızlar, güneşler ve benzeri bütün gökcisimleri atomlardan kuruludur. Bu atomlar varlıkları da oluşturur. İnsanoğlunu ele alalım, organlardan, organlar ise hücrelerden kurulmuştur. Organlar dev makro moleküllerden ve bunlar da moleküllerden oluşmaktadır.

Moleküller atomlardan oluşur. Atomlar ise atomaltı parçacıklardan ve onlar da kendi bileşenlerinden kuruludur. Bütün bunların en altında “Maddî” olarak KUANT dediğimiz enerji noktacıkları var.

Bir alt sistem, kendi “İradei Cüziyye”siyle, bir üst sistemin “İradei Külliye”sine tabî olur. Ne var ki, bundan habersizdir. Bilmeden üst sistemin buyruğuna verilmiştir.

Atomlar niçin kromozomlar genler biçiminde bağlandıklarını bilmezler, hatta böyle dizildiklerini de göremezler… Moleküller de bir hücre içinde yer aldıklarını bilemez, sadece fizik yasaları olan cansızların içgüdülerini yerine getirirler.

Ya hücreler?.. Niçin yaşadıklarını, savaştıklarını, neye hizmet ettiklerini bilmezler. Bu bir kozmik imecedir. Kan hücreleri diğerlerine oksijen getirir, karbondioksiti götürür, gereken besini taşır. Beyin hücrelerimiz ile örneğin karaciğer hücrelerimiz birbirini tanımadan, kendi “İradei Cüziyye-Küçük iradeleriyle” biyolojik yasaları olan içgüdülerini yerine getirirler. Asker hücreler yabancı mikroplar ile kıran kırana bir savaş verir. Hiç bir zaman bir kas hücresinin görevini bir sperm hücresi yapmaz. Herkes kendi görevini yapar ve bu sembiyoz (İmece) sonunda çok hücreli canlılar hayat bulurlar. Her sistem (örneğin insan) başlıbaşına birim, birey, ayrık, kişilik olarak kendini görmek ister. Oysa kuantum teoremi bütün insanlığı bir üst yapının “Alt yapısı” olarak görür.

İnsanlığın bir amacı varsa bu nedir? Bunun cevabı bir üst sistemimizde, yani TOPLU BİLİNÇALTIMIZDA yatmaktadır. Onun üyeleriyiz, en azından kendi iradei cüziyyemiz, ya da az aklımız, gerçekte külli bir iradenin ya da külli bir aklın üyesidir. Bu en genel olarak şöyle anlatılabilir: Yaratılanın görevi yaratana KULLUK’tur. Nasıl ki böbrek, hücrelerinin bütününden haberi olmadan, dışarıdan görmeden hem bizim hem kendisinin yaşaması için “İradei cüziyyesi” ile kulluğumuzu yapıyorsa, biz de gerçekte bir üst sistemin kuluyuz. Ne deri hücremize karışabilir, yaşlanmayı engellemesini istiyebiliriz, ne de o bize karışabilir. İradei cüziyye budur. Kalp hücrelerimiz gece uykudayken kalbimizi çalıştırır. Saç uzar, mide sindirir, herkes kendi işini bilir. Her sistem kendi çapında bir “İradei cüziyye” sahibidir ve kendi sisteminden sorumlu, bir üst sistemden habersizdir. Alyuvar mücahitlerimiz, bizden olmayan düşman mikroplara karşı ölüme göz kırpmadan koşarlar.

Dolayısıyla bilim, hem bireylerle, hem de bireylerin oluşturduğu popülasyon ile ilgilenir. Evrende ilgilendiğimiz olaylara bireyler tekilliği iradei cüziyye ya da (bireylerin popülasyonu olan) çoğul, külli irade ikilemiyle bakarız. Bireylerin ortak davranışının yüzdesinden bir üst sistemin davranışı ortaya çıkar.

Birey olarak su, en alt yapıda sadece bir hidrojen molekülü, bir oksijen atomudur. Kimliğinin belirlenmesine rağmen okyanusta bu birey ayırt edilemez. Bizler musluktan akan suyun su moleküllerinin hesabıyla, nasıl çalıştığıyla, kaç tane ve kimler olduğuyla ilgilenmeyiz.

Bütün bunlar gösteriyor ki, evrene ya BÜTÜN (Globular, tümel, çoğul istatistik, Külli, tam sayı vb.) olarak bakarız ya da bu bütünün bir parçasıyla ilgilenirsek, o “YEREL” (yerleşik, tekil birey, lokal olay) şeye bakarız. Bireyler YEREL tekillerdir ve DURUM denen belirginlikleri vardır. Ama BÜTÜNLÜK ilkesinde bireylerin ortalaması, çoğulu, DAVRANIŞ geneli vardır.

REFERANS – E

BÜTÜNLÜK İLKESİ

Kuantum teoremi, ışık zerreciklerinin hem madde gibi parçacık; hem de madde ötesi gibi dalgacık iki özelliğinin birden bir arada mevcut olduğunu söyler. Bu düalitedir ve “İkili” davranıştan hangisini yapacağı belirsizdir. Bir kuant hem dalgacıktır, uzayı dalga olarak kat eder; hem de parçacıktır, bize çarptığı zaman elektron koparır ve maddîleşir. Onu parçacık olarak sıkıştırdığınız bir köşede, birden dalga haline gelip evrene kaçar ve yerini bulamazsınız. Işığın bu ikili oynaması, ne zaman dalga ne zaman parçacık olduğunun da belirsizliğini oluşturmaktadır. Belirsizlik ilkesi ışığın bu ikili tabiatında da geçerlidir.

Dolayısıyla kuantum teoremi, hep ışığı parçacık olarak görmek ister ve dalgacık özelliğiyle ilgilenmez. Ya da eş anlamda madde de bir “DURAN DALGA”dır, madde dalgaları da vardır (Broglie). Ama kuantum töremi köşeye kıstıramadığı dalgacık özelliğiyle ilgilenmez, kuantları parçacık olarak görür. İki parçacık birbiriyle çarpıştırılırsa, tam çarpışma anında “Çözünüp” dalgacık haline gelir ve bundan sonra yeni parçacıklar oluşur. Kuantum teoremi, parçacıkların çarpışmadan önceki ve sonraki durumlarına bakar, çarpışma anıyla hiç ilgilenmez ve onları birer REZONANS olarak niteler. Örneğin iki parçacık, hızlandırılmış iki proton birbiriyle çarpışır. Sonra da bu çarpışma sonrasında yeni parçacıklar türer. Teorem bununla ilgilidir, iki parçacığın çarpıştıkları sırada onların artık parçacık olmayıp, dalga davranışlarına girdiği çarpışma anıyla ilgilenmez. Çünkü onu açıklayamaz. Bu yüzden ömrü salisenin milyonlarda biri olan kısa ömürlü parçacıkları maddîleştiremez. “Kaza-i ilâhî” burada devrededir.

Daha doğrusu ve aslında, maddenin temeli rezonans denen titreşimlerden olmuştur. Bunlar Kuantum tabanındaki (Hilbert uzayındaki) sonsuz özenerjinin uzantıları ve yankılandır. Bu rezonansların “Parçacık” ile hiç bir ilgisi yoktur ve sadece dalgacıktırlar. Öte uzayın kuantlaşmadığını ve hatta ışıktan hızlı titreştiğini rezonanslara bakarak anlayabiliyoruz. Kuantlaşmanın olmadığı böyle bir uzayda, artık Kuantum mekaniği çalışmaz. Orada hiç bir şey parçacık değil; bir TÜMEL bütün halindedir. Bu da TÜNELLERİN tipik BÜTÜNLEME özelliğidir. Tüneller de bilindiği gibi maddî (SOMUT) evreni, madde ötesi (SOYUT) evrene ilişkilendiren bir hortumdur. Daha başka bir deyimle, dört boyutlu evreni, efendisi olan beş boyutluya ileten bir hemzemin geçittir.

Fizik metod olarak, evrene bazı ÇİFT görüşlerle bakmamız kaçınılmaz olmuştur.

Bu çiftlerden birisi evrenin bireysellerine “LOKAL-Yerel” olarak bakmamızdır. Ama Kuantum teoremi bize bireyselliğin olmadığını söylediğine göre her lokal birey, ya da yerel nefis, bir bütünün üyesidir. Dolayısıyla lokal bir olayın TÜMEL bir olayın (GLOBULAR bir kümenin) parçası, abonesi olduğunu öğreniyoruz (Bütünün kesirleri, cüzleri).

Ayrıca kuantum teoremi, bize lokal olayların birer DURUM olduğunu gösterir. Örneğin bir enerji durumundan öteki enerji durumuna geçmek gibi…

Durumlar ise bir Globular bütünün DAVRANIŞININ birer enstantanesidir. Kuantum teoremi, her şeyi parçacık olarak görmek, maddî olarak ele almak zorunda olduğundan, örneğin parçacıkların çarpışma öncesi ve sonrası, durumlarına bakarak karar verir. Parçacıkların tam çarpışma anındaki ÇÖZÜLEREK DALGA DAVRANIŞINA geçtikleri an ile ilgilenmez. Bu anda “Kaderin kazası” oluşmaktadır.

DURUM, bir filmin duran her karesi, her bir fotoğrafı gibidir. Durumların ardışık dizilmesinden DAVRANIŞ ortaya çıkar. Oysa parçacıkların tam çarpışıp, çözünüp, madde ötesine geçtikleri ve durumların ortadan kalktığı ve maddenin çözünüp, dalga davranışına geçtiği an, DAVRANIŞ BÜTÜNLÜĞÜ’dür.

Evrene böyle “DURUM” ve “DAVRANIŞ” ikilemiyle bakarız. Biri bir filmin kareleri (Durumları) diğeri ise filmin bütünüdür (Davranış birliğidir).

Her durum, bu davranışın yani ÖMRÜN, TAHSİSATIN birer ŞİMDİSİ gibidir. İşte bu ŞİMDİ denen impulslar ya da sayılı nefesten oluşan bir LİNEER ZAMAN çizgisi ya da fasid dairesi içinde ilerliyoruz. Her “şimdi”miz bir “durum”dur.

Rızkımıza düşeni HER DURUM denen ŞİMDİ’mizde alıyoruz. Yani küçük parçalar, kuantlaşmış paketçikler halinde alıyoruz. Aslında rezervimiz, rızkımız bizim TÜNELİMİZDE saklıdır. Oradan parça parça gelmektedir. Soluruz, yeriz ve yönlendiriliriz. Tünelin bize uzanıp bizi kara kabrimize çekmesine kadar dünyadaki enerji rezervimizi tüketiriz.

Evrene nasıl ki DURUM ve DAVRANIŞ ikilisi olarak bakıyorsak, bizim her duruma düşen tahsisatımızdan bir parça kuant rızkı, YEREL’dir. Oysa, bize tahsis edilmiş bütün ŞİMDİ’lerin rezervleri Tümel (GLOBULAR) olarak toptan, TÜNEL’e depolanmıştır.

Hayat denen şey, bize verilmiş Globular (topyekûn) bir rızkın davranışlarımızla tüketildiği, her an, her şimdi, her DURUM’un yerel olarak perakende harcanması, tüketilmesidir.

Rızk ve sayılı nefes de budur.

Rızkımız, doğduğumuz akdelik ve/veya öleceğimiz karadelik tünelinin içinde saklıdır. Nefsimiz, akıl boyutumuz, hesap defterimiz, meleğimiz, enerji bedenimiz, bilincimiz ve akla gelebilecek her şey bu tünelde saklıdır.

Biz bağımsız bir nokta gibi serbest yürüdüğümüzü sanırken, aslında bir tünel ile bağlanmış olduğumuz BÜYÜK İRADENİN küçük parçası olduğumuzu bilemeyiz ama bilim böyle diyor. Bilim derken, YORUMLANABİLEN bilimi kastediyorum. Yoksa kuantum kuramını bilmek, rölativiteyi bilmek ya da karadelikleri bilmek yeterli değil!..

REFERANS – F

KUANTLAŞMA – CİSİMLEŞME

Demek ki evrende “Madde” dediğimiz her şeyin aslı, birer enerji noktacığı olan kuantlar hiyerarşisinden doğmaktadır. Kısaca kuantlar birden evrenden çekilip alınsaydı geriye “Hiç bir şey” kalacaktı… Madde olarak “Hiçbir şey” kalması, pratik olarak “Yaratılmamış” olmak demektir.

Evrenden kuantları birden çekip alınca geriye “Uzay-Zaman” denen maddî yokluk kalmasının nedeni uzayın bildiğimiz “Yer-Mekân kavramını” temsil etmesidir. İşin aslında, evrende maddeden önce yaratılmış bulunan (ve “Takyon” genel başlığı altında göreceğimiz, SONSUZ ÖZÜNLÜ ENERJİ ya da) NUR denen kudretli etkinin evreni yaratmasıdır. Evren süper uzaydaki Nur noktalarından birinin patlamasıyla yaratılmıştır. Kısaca kuantlar da buradan var oldu.

Nur enerji değil, sonsuz bir kudret olup sınırları, niceliği, sayısı yoktur, sonsuzdur. Enerji (Kuantlar) ise bunun bir matematik sonucudur. Dolayısıyla fizikçiler olarak, enerjinin de ANASI olan Sonsuz özünlü enerji impulsmoment etkisine bir enerji diyemeyiz. Bundan sonra ona “NUR” diyeceğiz, ileri bölümlerde bu ilâhi enerjiyi anlatacağız. Daha önce de “Meleklerin çoğalması” bir pilin biteceğine katlanarak çoğalması gibi örneklerle verdiğimiz Sonsuz özenerji, bildiğimiz sonlu enerjiyi oluşturan kaynak ve nedeni olan “ETKİ”dir. Enerji buna “TEPKİ” olarak ortaya çıkmıştır.

İşte kuantları yaratan bu NUR etkisinin NEGATİF-ANTİ ve sıfırdan küçük olması nedeniyle hiç bir zaman “Mekân=Yer=Uzay” koordinatlarına oturtamayız. Nur kudretinin uzay-zaman kaydından bağımsızlığı ve dört boyutlumuzda sabit değerleri olmayışı yüzünden ölçümlenmemesi söz konusudur. Maddede de atom bombasını patlatan korkunç bir enerji saklıdır. Bir gram uranyum bir şehri yok eder. Bir damla su ise bir kıtayı…

Kuantlara gelince: Kuantların birer noktasal büyüklük olduğunu söylemiştik. Bunün anlamı boyutsuzluğudur. Örneğin, bir kuanta bile SONSUZ TANE kuant sığar… Kuantlar, bu yüzden geometrik değil; enerji değeri olarak düşünmelidir. Nur etkisinde çok şiddetli bir kuant, bir insandan da ağır olabilir, ağırlıksız da… Evren bir kuant olan aknoktadan doğdu. Bir kuanta bir evren sığdırılmıştı.

Böyle bir sonsuz özenerjik etki, madde ötesindeki tünel sürecinden gelmektedir… Dolayısıyla orada bildiğimiz anlamda matematik koordinatlar ve geometrik uyum dolaysız olarak gözlenemez. O Samediyet (Herşeyin yaratanına muhtaç olması ve beslenmesi) uyarınca vardır ve Samediyetin kudretidir. Bir tek değil; değişik yönlerden evrene girdiğinden, etkinin sonucu olaya yansımaz, küçük bir intikal süreci gerektirir. Bu maddenin uyumu ve tertibi için geçen mini süredir. (Yüzümüzün düşüncemizden sonra kızarması gibi.)

Nur’un gücü dolaylı olarak anlaşılır ve kendisini çekirdek dengesi, elektrik akım gücü ya da magnetik alan ve çekim olarak ortaya koyar. Bunlar onun pek çok etki alanından sadece birkaçıdır. Evrendeki dört kuvvet onun fazlarıdır. Zaten madde ötesi demek, soyutluk yani mekâna sığmayış demektir. Karadelikler de kendi mekânlarına sığmadığı için, kendi dışına sığmaya çalışan çekim şoku kalıntılarıdır. Madde de kendi mekânına sığmayan bu “Nur”un bize evrenimiz olarak patlaması olayından başka bir şey değildir. Ki buna YARATILIŞ diyoruz.

Işıktan hızlı olan bu etki, kuantlaştığında evrenimiz doğmaktadır. Etkinin polarizasyonu ile bir çift kuant sağa-sola ayrılırlar ve ÇİFT oluşumu başlamış olur. Parite ekseninin iki yanından aynı anda yaratılırlar. Böylece bir tünelden gelen Nur iki yana kanalize olur. Spini yoksa ışıktır; varsa parçacıktır.

O zaman Kuantum teoreminin ne olduğunu şimdi belirleyebiliriz: Sonsuz özenerji olan “Nur”, ışıktan milyonlarca kez hızlı öteki evrenin “etkisi”dir. Eğer ışık hızına doğru sür’atini azaltırsa; çekim, magnetizma, zaman ve evren ilkelerinin yasasına girer. Mekâna kavuşur ve uzay-zamanda kendi sübabını, uzantısını oluşturur, yani kuantlaşarak yoğunlaşıp ya ışık ya da madde parçacığı haline girer. Karşı kanal olayıyla BİR ÇİFT (Maddî ve antimaddî) olarak doğar. Birisi bu evrende gözlemlenebilir; ötekisi de tünel aracılığıyla paralel evrende yer alır.

Demek ki belli bir hıza göre kendi cisimsel kişiliği için uyarlanır. Bu “Nur”un ışık hızı altına düşmüş biçimine enerji kuantları ve dolayısıyla madde denmektedir. Kuantlar ya ışıma biçiminde kalırlar ya da yoğunlaşıp cisimleşirler.

O halde kuantlardaki hız azlığı ile cismin yoğunluğu birbiriyle orantılıdır. Varlıklar, hızlarıyla gözlemlenebilecek biçimde adapte olmuş Nur’dur. Özünde madde ötesi nitelik taşıyan “Nur”, uzay-zamana uyup kararlılık kazanıp, maddenin temsilcisi olur.

Boyutlar küçüldükçe, “Nur” sonsuz güçlenmeye başlar. Bu güç oranında uzayın hangi kanalını seçeceğine karar verilir. En güçlü kanal, en küçük tünelin kanalıdır. Bunlar rezonans parçacıkları gibi gözükür ve spinleri 3/2 gibi, yükleri +2 gibi “ÜSTÜN SPİN, ÜSTÜN YÜK, ÜSTÜN KÜTLE” diye tünel içinde saklıdır. Mesafe küçüldükçe, ömür de küçülür ve Hyperon denen bir kanal seçimi yapılır ki; kiminin ömrü, bir saniyenin trilyarlarda biri olan “Geçici davranış ya da rezonans” parçacıkları oluşur ve yok olur. Birçok parçacığı, süre yetmediğinden tanımıyoruz. Bildiğimiz diğer parçacıklar, bizim BARYON dediğimiz, nispeten gözlemleyebildiğimiz Kozmik parçacık ya da ışınlardır. Bu kanal nükleon kanalı olmakla birlikte, çoğu o kadar yüksek enerjilidir ki ve protondan o kadar çok ağırdır ki, atomaltı bir radyoaktif bozunma diyebileceğimiz törpülenmeye girerler ve kararlı proton ile nötron olana kadar türlü parçacıklara ufalanırlar. “Nur”, “Kararlı” olmak için, yığınla yan ürün ve sağanak (Shower) parçacığı oluşturur. Kararlı Nükleonlardan proton ve nötron olana kadar bu işlem sürer. (Aynı anda antiproton ve antinötron da yaratılmıştır. Karşı kanal öteki evrende olduğu için bunu gözlemleyememekteyiz.)

Çıkan yan ürünler ve sağanaklar ise daha rahat olan bir kanala girerler ve şiddetli enerji olaylarından rahatlamış olurlar. Bu kanalın adı Lepton kanalıdır. Tau, Muon ve mezonlar artıkları da burada törpülenmeye devam ederler ve kararlı hale gelirler. Bu arada elektron-pozitron ve nötrino-antinötrino çiftleri ortaya çıkar. Bunlar artık süreğen, kararlıdırlar.

Spin yapmayan etki ise en rahat ve aşağıların en aşağısı olan Foton kanalına girer ki, bu bildiğimiz ışınlardır. Kimi de görünmez dalga ışımalarıdır. İşte bunlar ışık hızında hareket eder.

Kanalların böyle seçilmesinde “Etkinin şiddeti” hızı da belirler. Yani proton hantaldır, çekirdek normal şartlarda saniyede 450 metre kadar hızlı gidebilir. (Kanal ışınlarında bu hızlanır.)

Elektron ise daha rahat kanalda az şiddette olduğundan normal şartlarda atoma bağlanır, hızlandırıldığında Katod ya da Beta ışıması olarak, ışık hızının %99’una kadar hızlanır. Oysa foton kanalı tam ışık hızındadır ve maddeye bağımlılığı çok azdır. Maddeye bağımlılık ise “Boyutlara bağımlılık, kristal yapısına” girmek demektir.

Hız artınca cisim yoğunluğu da azalır, zaman genleşir, yoğunlukla birlikte kütleye bağımlılık da kalmaz. Fotonlar çok özgür; elektronlar yarı özgür ve çekirdek elemanları (Proton ve nötron) boyutlara tam bağımlıdır. Işığın düalitesi, onun dalgacık olarak özgürlüğünden gelmektedir. Elektronun belirsizliği (yarı belirli-yarı belirsiz oluşu) yarı maddî oluşundan kaynaklanır. Oysa çekirdek determinedir ve belirgindir. Çünkü boyutlara sıkı sıkı bağlanmıştır.

REFERANS – G

KUANTLAR DÜZEYİNDE BOYUTLAR

Kuantlar olmazsa “Maddî evren de olmaz” dedik: Eğer kuantlar birden çekilmiş olsalardı, geride De Sitter’in “Maddesiz ve dümdüz uzay-zamanı” kalacaktı. Bu demektir ki, geride sadece boyutlar kalacaktı…

Ne uzay-zaman ne mekân-yer kavramları birer varlık değil; varlıkların konumlarıdır. Yani varlıkla birlikte var olurlar. Onlar da Rabb’in yaratıklarıdır. Görevleri de maddenin görünmez şablonunu oluşturmaktır.

Çevremizdeki somut-fizik evren absis-ordinat-eksen ve zaman boyutlarından oluşmaktadır (t, x, y, z). Ama gündemde paralel evrenler de var: Onların başka boyutlardan oluşması gerektiğini bize fiziko-matematik denklemleri bildirmektedir. Matematik artık dört değil; sonsuz tane boyutludur. Bu sonsuzdan evrenler, âlemler, kâinatlar, uzay-zamanlar oluşmaktadır. Bir başka dört boyutlu evren ise örneğin “a, b, t ve x” boyutlarından kurulabilir, bize hiç mi hiç benzemez…

Aşağıların en aşağısında uzay boyutları sadece üç tanedir. Sınırda zaman boyutu ve bunun üstünde bilinç boyutu, sonra on boyutlular yer alır. Daha yukarılarda ise bin, trilyon, sonsuz tane boyutlu evrenler bulunmalıdır. Örneğin “Sidre” sonsuz boyutludur.

Elbette bunlar sezgiyle canlanamaz. Resim insanlarımız nasıl ki derinlik duygusuna yabancılarsa, bizler de tünel boyutuna yabancıyız. Hani noktanın (kuantın) ardındaki tekillik olan tünelden söz ediyoruz. O da bir kitabın yüzeyi, bir kürsünün kapağı olarak bizim dörtlüden sonra 5, 6, 7, 8 diye sürer gider. (Gözümüzde de canlandırılamaz, bu modelleri birinci ciltte sunmuştum.)

Bildiğimiz fizik-dünya ise bir zaman ekseninin çevresinde (uzay) üç boyutludur. Sonsuz özenerji olan NUR etkisi, bu boyutlara kuantlaşarak oturur ve madde doğar. Madde enerjinin kuludur. Enerji de bu Nur’un… Boyutlar ise varlıkların hizmetindedir…

Böylece başka dörtlülerle “Bir kitabın sayfaları” gibi (Enbiya-104) paralel sayısız evrenler olduğuna fizik olarak eminiz. Sonsuz tane boyuttan, türlü evrenler çıkmaktadır ve geometri böylece kendini bulmuştur; fiziko-matematik bilimsel düşünce enginlere özgür olarak açılmış ve dar-bağnaz dört boyutlu evren dışından, aşağıların en aşağısından yukarılara tırmanmaya koyulmuş ve ARZ hapishanesinden tahliye olmuştur.

Nur denen başlangıç, tek boyutluda “Takyon ışıması” yapar ki, bu görülmemiş şiddette ışımadır. Aynı etki, iki boyutluda akıl almaz LASER ışını olur. Bildiğimiz üç boyutlu uzayda ise ışığın kendisidir ama her yöne dağıldığı için ışık zayıf gözükür. “Nur”un boyutlardaki mesafeye intikalinden HAREKET denen dinamik doğar. Hız titreşim, kuantın niteliği ve spinler de boyutların değişik özelliğidir. Maddenin kendisi de bir duran dalgadır. (Dağları yerinde görmekle birlikte, bulut gibi geçip gitmelerindeki bir sır budur.)

REFERANS – H

KUANTLAR DÜZEYİNDE ZAMAN – ÖMÜR – KADER

Mekân boyutlarını sunduktan sonra zaman boyutunun da kuantlar düzeyinde inanılmaz kısalması vardır. “Nur”un kuantlaşarak evrenimize madde olarak sıçraması sırasında tünel ağzında magnetik ve gravitik etkiye (Cazibelere) yakalandığını hatırlayalım. Işıktan milyarlarca kez hızlı olan Nur, ışık hızına frenlenince, bu sırada magnetizma ve çekim olayı ortaya çıkmaktadır. Demek ki, çekim, magnetizma ve zaman boyutu kuantlaşıldığında ortaya çıkan, üç önemli faktördür. Maddenin (enerjinin, kuantın) hızı asla ışık hızını aşamaz. Aşarsa “Madde ötesi soyut = mücerret” âleme girer, maddeden çıkar. Bunun gibi madde ötesi de ışık hızından hızlı gitmek zorundadır. Zaman boyutu yalnızca ışık hızı duvarından itibaren frenlenerek ortaya çıkar. Görüldüğü gibi “Nur”un zamanı yoktur ama, onun sonucu olan kuantların zamanı oluşmaktadır. Dördüncü boyuta bağlanan kuant hem hız hem de ömür olarak sınırlanmıştır. Artık ölümlü olmuştur.

Zamanın akış hızı evrenlerin türlü kesimlerinde farklı akarken, Kuantların şiddetiyle orantılı oluşan maddî parçacıkların ömürleri de baştan belli olur. Ömür denen vade kuantum fiziğinde gözlemlediğimiz şeyin mekânı belli olunca hesaplanır. Yarılanma süreci olan yarı ömür de böyle belirlenmektedir.

Boyutlar küçüldükçe “Zaman” da küçülmektedir yani hızlanmaktadır. Kuantlaşmanın tabanında hızlanma sonsuz, zaman sıfır olup, hiç akmaz. Çünkü boyut olan zaman da diğer boyutlara uyumludur. Boyutların büyüme küçülme değerine göre birlikte hızlanıp, yavaşlamaktadır.

Kuantların uzay-zamana uyması sonucu matematik kararlılık, geometrik süreklilik ve fizik varlık kazanmaları gerçekleşir. Dolayısıyla bir ömür, bir sonluluk kazanan varlık vade dolunca başka bir cisim olmaya geçer. Ömrü saliseler içinde olup biten rezonans parçacıktan kararlı parçacıklar (proton, nötron, elektron, foton) olana kadar türlü başka varlıklar biçiminde görünürler. Oysa kararlı sonsuz sayılan protonun bile yarı-ömrü vardır ve o da bozunacak, başka bir şey olacaktır. İnsan, yıldız, galaksi, evren, her şey yeni bir sona ulaşacaktır.

Böylece her varlığa takdir edilen ömür ve beraberinde KADER de değişmez. Hatırlanırsa, bir şeye ne kadar mesafe olarak yakınsak onu belirgin ve net görürüz. Aynı şey zamanda geriye yakınlık ile kesinliliğin doğmasıyla özdeştir ki, bu da kaderin değişmezliğinin kuant düzeyinde ispatıdır. (*)

(*) Serimizin izleyen ikinci bandı, “Arz’dan Arş’a; Arş’tan Allah’a” ismini alıyor ve bu ilk iki cildin devamını oluşturuyor. Özellikle kader konusunda hiç değinilmemiş açıklamalar getirebilecek ve “Kader tartışmasını” çizecek güçte olduğundan, okuyucuya tavsiye ediyoruz.

Kuantum fiziğinde “Kişisellik, bireysellik” yoktur. Daha doğrusu “Belirsizlik” ilkesi yüzünden bireyselliği sadece “Yaratan” denetler. Böyle olunca da kişisel kaderde “Determinizm” denen kesinlik, özellikle “Gelecekte” olanlar hakkında bir açıklık bulunamaz.

Belirsizlik ilkesi, bireyleri “Toplumun üyesi” olarak görür. Bireylerin bu durumu dinimizde “İradei cüziyye/Küçük irade” olarak tanımlanmıştır. Onların bu yerel, lokal durumları, aslında “İradei külliye/Büyük irade”nin bütünlüğü, tekliği, tümelliğine bağımlı olmalarından doğar. İradei cüziyye birimleri, çok sayıda kesirler olup, İradei külliye denen tamsayı BİR’in, tekliğin aboneleridir (Hiyerarşik kullar).

İnsanların olayları kendi iradesiyle yürütmediği nasıl yanlışsa, tüm davranışları Külli İrade’ye yükleyen görüşler de hatalıdır (Fatalastik görüşe göre).

Küçük irade, Büyük iradenin isteğiyle “Yaratılmıştır”. Bu “Nefs”dir ve (Ayrık kimlik, süperbenlik) küçük iradeyi temsil eder. İsterse “Büyük irade”ye âsi olur; isterse ona tabî olur. Fakat, fizik olayların akışına “Katılımı” vardır. Ne var ki “Büyük iradeye bağımlılığı” nedeniyle, olayları değiştirmeye (Kaderi engellemeye) katkısı yoktur. Mesela, bir insan isterse gideceği yere otomobille ya da otobüsle gider, ya da yürür. Yolda para bulur. Bu kaderdir. Ama parayı isterse birine sadaka verir; isterse (meselâ) kumar oynar. Bu konuda “Muhtar, özerk, otonom”dur. İşte bu otonomiye küçük irade denir.

Küçük irade, lokal ve çevresindeki olaylara katılır; fakat “Bütün ve Genel” olayları denetleyemez. Ölümünü erteleyemez, kıyametin kopmasını engelleyemez ya da kendi doğumunu önleyemez.

REFERANS – İ

YENİ BİR BOYUTA DOĞRU

Heisenberg, “Kesinsizlik/Belirsizlik” ilkesini ispat edince, o zaman karadeliklerin ardındaki “Tünel süreci” doğdu. Yani evrende hiç bir cisim, sonlu bir uzayda ebediyen kalamazdı. Her cisim kendi tünelini oluşturur ve bunun arkasından başka bir evrene kaçar.

O halde atomu kuşatan elektron kabuğu da aynı zamanda bir dalgadır ve atomun kendi tünelinin sınırlarıdır.

Belirsizlik ilkesinin iki türlü yorumu vardır. Tıpkı evrenin ilk modelleri gibi tanrısız ve tanrılı olan bir yaratılış öngörülmüştür. İki gruptan hangisinin haklı olduğunu ilerleyen kesimlerde soruşturalım:

Bu ilkenin iki sonucu çıkıyordu:

Birinci grup Bohr’u izleyenlerdi. Buna göre evren şans serilerinden oluşmuştur ve rastgeledir, madde ise rastlantıların bileşkesi olarak ortaya çıkmıştır, öyleyse evreni bir bilinçli yaratıcı değil; “Atom kaprisi” yaratmıştır(!).

İkinci grup ise Rosen, Podolsky ve daha sonra Einstein’ın görüşünü paylaşarak, evrenin düzgün bir bilinçten ortaya çıktığını, yaratanın kumar oynamadığını bildirmektedir.

Sözkonusu “Kumar”, fizikçilerin “İhtimal/Olasılık” hesabı dedikleri istatistiksel matematiğin bir terimidir.

Madde, mekânda bir yer (hacım) tutan, ana kütlesi enerjiden oluşan ve zaman boyutuna bağımlı, sıfırdan ağır, uzun her şeyin tanımıdır. Asla ışık hızını aşamaz.

Madde, buz, enerji, buhar gibi düşünülmektedir. Bu iki faz arasında ana yapı kuantlardır. Yani maddeye enerji hükmetmektedir.

Enerjiye ne hükmetmektedir? Enerjiye de soyut bir madde olan “Madde-ötesi” de denen üst boyut hükmeder. Dördüncü boyut Zaman gibi bir de beşinci bir boyut “Zihin-Bilinç-Akıl” vardır ve zaman boyutu gibi soyuttur. Madde ötesindeki beşinci üst boyut ise “Evren bilinci”dir. Evrendeki her olay bu “SERİUL HISAB” çabuk hesap edici fizik bilincin etkisinde oluşur. Madde ötesinde mekân-zaman bildiğimiz anlamda olmadığı için, bu bilinç bir bütündür. Bilinç bu zaman alt boyutunu kullanarak (Zaman boyutuna muhtaç olmaksızın) her fizik olayda hazır bekler. Zamanı sadece olayları birbirine bağlamak üzere kullanan bilincin şaşmaz işleyişi vardır. Beşinci boyut olduğu için mekâna gereksinmez ve sonsuz sayıda boyuttaki her koordinat noktasını mekân edinmiştir. Değişik olaylarda değişik boyutlarda birden ortaya çıkar. Işıktan hızlı olduğu için, bir şeyin sonucunu başlatan nedenden de önce yer alır. Bu da zamana bağımlı olmadığını ortaya kor.

Bu bilince kuantların adapte olması için bir intikal süreci doğar ki, olay bilincin duraksaması değildir, güdümündeki enerjinin verilen komuta uyması için geçen zaman zarfıdır. Olaya yansıması ile geçen küçük süreyi, durup dururken utanç verici eski bir olayımızı hatırlayarak, yüzümüzün kızarmasıyla tecrübe edebiliriz. Geçmişi hatırlayan “Bilinç”tir. Bu utanç yüzünden kan basıncıyla yüzümüz kızarmaktadır.

Oysa bir ölünün yüzü kızarmaz. Çünkü ceset amaç değil; araçtır. Ceset denen madde, özü olan enerjinin güdümündedir. Enerji de bilincin yönetimi altındadır… Bilinç, beşinci boyut olarak fizik tarafından kabul edilmesine rağmen, maddesel kavram ve boyutlarla kavranılmaz ve açıklanamaz. Çünkü soyuttur.

Bilinç boyutunun olduğu yerde BİLİNÇ ENERJİSİ de vardır. Tıpkı “Zaman boyutunun” olduğu yerde “Zaman enerjisinin” de olması gibi… Boyutlarla enerji iletişiminin gerçeklerindendir bu…

Bilinç boyutunun enerjisi, kuantlaşmanın bittiği yerdeki sonsuz özenerjidir. Çünkü kuantlaşmamış mesafeler; çok küçük, inanılmayacak kadar mini mesafelerdir. Evrenin yaratılış patlamasındaki aknoktacık gibi büyük bir sonsuz özenerji kudreti vardır. Bu, NUR da denen bir sonsuz özünlü ve “intrinsic impulsmoment” kudrettir ki, fizikte “ETKİ” olarak tanımlanır.

Nur kudreti bu etkidir. ENERJİ yani kuant da değildir. Enerji ve kuantlar onun buraya yansımasından… Bir başka deyişle, kuantlar bu “Etkiden” doğmaktadır. Kuantlar ise maddenin temeli olan enerji birimleridir. Enerji sadece “Dört boyutlu” fizik evrenimizdeki “Nur”un sonucudur.

Oysa “Nur”un kendisi dört boyut ötesindedir. Beşinci boyutun bu etkisi, dördüncü boyut zamanı da kullanarak, üç boyutlu mekândaki cisimleşmeyi (kuantlaşmayı) kapsar.

Kuantum fiziği bize bireyselliğin olmadığını, evrenin her noktasının (kuantlarının) tek başına göründüğü halde, aslında bir istatistik toplumun (Külli bir ‘Tek’ varlığın) üyesi olduğunu gösteriyor. Bunu anlamaya çalışalım:

REFERANS – J

NİÇİN BEŞİNCİ BOYUT?

Kuantum fiziğindeki “Zaman boyutunun” biraz daha analizine girelim: Kuantum fiziği bize olayların var oluşunun bağımsız olduğunu ve dikkatli bir gözlemcinin karar vererek bunu anlamlandırdığını ima etmektedir.

Fizik oluşum ile düşünce denen beşinci boyutumuz arasındaki ilişkiden kuantum fiziği doğmaktadır. Bağımsız gerçeklik, zaman ve uzay dört boyutlusunun birleşmesinden doğar.

Mekân, bir cismin konumudur ve onun tarihçesi ise “Dünya Çizgisi” denen matematik doğrusal yol tarafından temsil edilir. Bu çizgi neden-sonuç (Oluş ve ölüş, zaman-mekân) içindeki bir cismin rotasıdır. Geçmiş, şimdi, gelecek aslında bir üst boyut olan gözlemci bilinciyle ortaya konmuştur. Her “Şimdi” dediğimiz, bir an, bir “DURUM”dur. Her bir DURUM ise yerel-lokal bir olaydır ve bireysel, kişisel her şey gözlenebilir.

Ama zamanın tümden akışı olan bütün ömür, bu durumların uç-uca eklenmesiyle ortaya çıkan bir “DAVRANIŞ” bütünüdür. Durum, davranışın; yerellik, bütünlüğün birer bireysel üyesidir. Her bir kendi başına tekleşme, sonunda üst sistemde globular (Tümel) bir davranışa açılır ve anket toplumu olurlar. 4 boyutlu blok evrende sabit olduğu halde, gözlemci (Beşinci boyut, karar veren bilinç mekanizması) bir şeylerin var olduğu bilincindedir.

Bu bakımdan, imkân ve ihtimalleri, uzay-zaman veren fizik denklemler, hareket hakkında bir fikir vermez. Sadece maddî olmayan soyut alanlarda maddenin bir dalga gibi davranışından söz eder.

Kuantum fiziği maddeyi bir hayal gibi kabul eder. Birbirinden ayrı görünmek de hayaldir. Çünkü büyük sistemin alt yapısını oluşturan atomaltı ölçekte, sabit madde ve hacmı ile birbirinden ayrılmış bireyler arası mesafe ve daha doğrusu ayrık cisimler yoktur.

Ayrıklık olmayınca çekim-cazibe gibi mekanik etkileşme de yoktur. Sağlam bildiğimiz fizik burada hapı yutar. Her şey bir hayal ve bir bütünün üyesi oluverir, bireyler birer noktasallıktır ve yine hayaldir. Kuantum teoreminin bu bulgusu, zaten Neml-88’de belirtilen “Ve bir de dağları görürsün de (onları hareketsiz) yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulut gibi geçer giderler” madde diye bildiğimiz her şeyin bir hayal ve boşluk olduğu aynı bilimsel gerçektir.

KESİM : 72

KUANTUMDA 5. BOYUT

Bilinç bir boyuttur

Kur’an tefsirine yönelik olduğu için, ayrıntıya kaçmadan sunduğum referansları, okuyucu dilerse atlayabilir. Görevim Kuantum teoremiyle ilgili olanı-biteni özüyle dile getirmekti. Zerreler âlemini hakkıyla bilmeyen bir okuyucu, “Melek” ya da “Nur kavramına uzak kalabilirdi. Bu yüzden sevimsiz de bulunsa referansarda sunduğum konuların okunmasında, tefekküründe ve hattâ öğrenilmesinde, büyük yararlar vardır.

Kuantum teoreminin en büyük özelliği, “Einstein’ın dördüncü boyutu”na ek olarak, beşinci boyutu bulmasıydı.

Akıl-ruh-zihin-şuur-bilinç dediğimiz bu boyut, parapsikoloji ile fiziği birleştirmek, ruh bilmecesini çözmek için en önemli adımdır.

Kuantum teoremi yalnızca maddî evren, maddî fizik için geçerlidir. Buna rağmen soyut alan denklemlerine dayanır, fakat hareketi açıklamaz. Mekanik dünyamıza etki eden ve soyut olduğu halde bu dünyayla etkileşen BİLİNÇ (Akıl, şuur, zihin) ve düşünce ilişkisini ele alır.

Kuantumcular, olayların var oluşunun bağımsız olsun olmasın dikkatli bir gözlem yapan (bilinçli gözlemcinin) aklın, bu olayların var oluşunu anlamlandırdığını göstererek, BİLİNÇ boyutunu Kuantum teoremine almışlar ve bunu BEŞİNCİ BOYUT olarak nitelemişlerdir.

Çünkü fizikte var olan bütün teoriler veya boyutlar denenip, iyice kullanımından sonra bir fizik olgu açıklanamıyorsa, (arz-talep sonucu) yeni bir boyut şart olur. Örneğin üç boyutlu mekânı açıklamadığı için dördüncü boyut ZAMAN ortaya çıkmıştı. Şimdi de mekanik fizik beşinci ve üst bir boyut talep etmektedir ki bu da yeni bir kavram olan “AKIL-ZİHİN-BİLİNÇ” boyutudur.

Mekanik fizik olaylarını ve evrenin aslını ZİHİN aslı belirler. BİLİNÇ ile fizik dünya arasında vermek-almak ilişkisi hiç durmaz. Fizik oluşum ile bilinç arasındaki bu ilişki, gözlemcinin BİLİNÇ boyutuna dayanarak ortaya çıkar. Bilinç boyutu KUANTUM fiziği sonucu gündeme getirilmiştir. Yani bilimin konuğu olmuştur.

Kesinkes, belirgin (determine) açık oluşumlar SEZGİYLE kavranılır ve bütünlükle ifade edilir. Önce BİLİNÇ sezecek (dolayısıyla sezgi sahibi anlayacak), sonra da anlatacaktır. Çünkü zihinsel olaylar alanında determine bir açıklık vardır.

Eğer ZİHİN maddeyle etkileşmezse “Ayarlama” denge ve tavır alamazdı, evrensel Sibernetik olamazdı. Düşünce ve maddenin birbirini etkilemesi mekanizması GİZLİ DEĞİŞKENLERE TALEP DOĞURMUŞTUR.

Düşünce dürtüsü cisimlerin geçiciliğiyle ilgilidir. İlişki ise bireyin kişisel dünyasına doğru yönlenmiştir. Nesne ve kütlelerin geçmiş, şimdi ve gelecek gibi zaman konumlarının yani Lineer denen doğrusal zamanın terk edilmesi ve yerine bölünmez zaman içinde kalıplar ve alanlar düşünülmesini Kuantum teoremi önermiştir. Bilim kendiliğinden ALLAH’a yönelmektedir.

Kuantum fiziği bizi bir üst boyutta kuantlaşmanın ve kişiselleşme olmaksızın TEK RUH ile hareket etme bütün bireylerin bir Külli Tüm’ün küçük üyeleri olduğuna götürür. Vücudumuzdaki hücreler gibi: Her biri bağımsız gözükür. Fakat bir bütün içinde yer alırlar.

Evren üç boyutludur ve zaman içinde hareket ettiğinden dördüncü boyutta evrene girer. Yani dört boyutlu bir cansız evreni beşinci boyuttaki bir CANLI (Bilinçli) anlamlandırır.

Beşinci boyut BİLİNÇ, bize şimdi sır gibi gelmektedir. Ama biliyoruz ki ruhsal enerjiler, paranormal olaylar, düşler düşünceler hep bu BEŞİNCİ BOYUT enerjisindedir.

İnsanın kendini keşfetmesi için bir üst boyuta, örneğin altıncı boyuta ihtiyacı vardır. Böylece insan kendi BİLİNCİNİ bulabilir ve zihin gücüyle istediği eşyayı hareket ettirerek, maddeye hâkim olabilir.

Beş duyumuzun algıladığı gerçek (Sensetif Realite) beş duyumuz devreye girmeden, (Örneğin rüyamızı gözümüz kapalıyken görmemiz benzeri Durugörü ya da süper spektrum dediğimiz) beş duyu ötesi duyular ise (Clair-voyance Realite) dolaysız algıdır ki, bu beş duyu ve ötesindeki duyularla birlikte evreni kavrarız ve aralarında hiç bir ayrılık da yoktur. Bizim okuduğumuz bu satırı, “süper” körler parmak ucuyla okumaktalar, dilsizler rüyalarında konuşmakta, sağırlar rüyada duymaktadırlar.

Kuantum fiziğindeki belirsizlik ilkesi bize atomaltı ölçekteki noktasal kuantların arasında bir ayrıcalık, bir kendi başına kişilik ve arada bir mesafe olmadığını açıklayarak, böyle boyutsuz şeylerin tek olarak ele alınamayışı yüzünden KESİNSİZLİK doğduğunu belirtir.

Her şey kendi başına görünüp, bir üst sisteme açılmaktadır. Örneğin kuarkların ardında bir tünel, daha ağır parçacıklara uzanmaktadır. Bunlar ise en arkadaki şeyle bütünleşir. Evrende ne varsa birbirinden soyutlanmış değildir. Bu tünel derinlerinde bireysellik (kesret) kalkar ve yerine herkesin aynı olduğu KÜLLİ TÜMELLİK (Globular davranış) cemâati başlar. Yani bireyler bütününe açılır. Burada her şey birbiriyle bütünleşir, özdeşleşir, aynılaşır. Burada bu bütünün tünel ucundaki üyeleri olan bizleri her etkileyen bütünümüzde “Etkilenen” olarak gözükür.

İnsanlar arasındaki paralel davranışlar da, (her insanı bir ada gibi düşünürsek) en alttan, bunların düşünceleri, toplu bilinçaltı denizine uzanan tüneller (Beynin saklı kanallarından üretilenler, ırksal hafızanın gizli devamlılığı vb.) merkeze bağlandığını görürüz.

Beşeri zihinler birbirinden ayrılmış, soyutlanmış değillerdir. Her biri bireyselliğin olmadığı, bütün bireylerin birbiriye özdeşleştiği TOPLU BİLİNÇALTI (İleride göreceğimiz Misal âlemi) tünellerinden aynı sisteme akar, özdeş, aynı şey olurlar. Kısacası her bir küçük irade (veya nefs denen kimliği olan öz) Globular (külli akıl, külli ruh ve küllî nefs gibi tek bütün) şeylerle birleşirler. Bu programlama katmanında toplam bilgi ve bilim kaybolmaz, bireylerin kimlik ve hayatlarının kaydedildiği tüneller bir ortak ana (küllî) yapıya açılıp herkesin malı olur.

Böylece birbirinin aynı davranan, ruhsal kısa devreleri nedeniyle normal ötesi gösteriler yapan, bir halatla tırmanıp gökte kaybolan (Tüneline saklanan) kimselerin bu gösterileri ve talepati beraberliği gösteriyor ki, insanların ya da bilinçli her şeyin de paralelleri, antileri vb. vardır. Bu ikisi arasındaki iletişimi, birbirinin tıpatıp davranmayı temin eden “Gizli değişkenler” bulunmalıdır. Bu gizli değişkenler için ışıktan hızlı giden ve paralelimizi bulan, bu davranışımızı ona ulaştıran, “Psitron”lar önerilmiştir.

Öyleyse biz “Akıl”lar arasında ve “ANTİ”ler arasındaki “Gizli değişkenleri”, bir ZİHİN BOYUTUYLA birleştirebileceğimiz “IŞIKTAN HIZLI PARÇACIKLAR MEKANİĞİ” olarak belirleyelim.

Gizli değişkenlerin nötrinolar ile kısıtlanamayacağını ve onların da “Ötedeki” bir başka “TÜNEL” küllî-bütün boyutun sonsuz özenerjisinin üyesi olduğunu anlıyoruz. O halde arayacağımız GİZLİ DEĞİŞKENLER, o TÜNEL (Globular) bütünün kendisi olmalıdır. Yani Bilinç boyutu…

Evrende yanılmayan ve kuralları şaşmaz bir BİLİNÇ yani zihinsel boyut vardır. Daha doğrusu evrenin bir tek RUHU vardır.

Beşinci boyut olan BİLİNÇ, Kuantum teoremince ortaya çıkmıştır. Zaman boyutu gibi bilinç boyutu da (soyut) mücerrettir. Yani zamana bağımlılığı [yoktur] ve mekâna sığmazlığı vardır.

Beşinci boyut bilinç böylece, evrenin her noktasında yekpare fizik bilinç “Seriul Hısab” gereği (orada) var olur.

Bilinç boyutu cansızların evrenine FİZİK YASALARI olarak yansır. Bu cansız atomlardan kurulmuş bütün canlılara ve insan vücuduna içgüdü olarak yansır. Kozmik bilinç, insanın temel yapısına da “AKIL” olarak yansır.

Böylece insanı oluşturan atomlar, fizik kurallarına bağlıdır. Hücreler ve bütün organizmamız da birer içgüdü sahibidir.

İnsandaki içgüdülerin kaynağı “Kirlian fotoğrafçılığıyla resmi çekilebilen” psikolojik ve de biyomagnetik enerji bedendedir. Bunlar önce beslenme (Oksijen, su, protein) sonra savunma (Güçlenme, emin olma) ve en sonra üreme (Kendine benzer bir varlık, varis bırakarak, benliğin zaman içinde sürdürülmesi, kalıtımın gizli devamlılığı) içgüdüleridir. Bu tür içgüdülere “Rûh-i hayvanî” denmektedir. Ne var ki, hayvan ve bitkilerle paylaştığımız bu ortak yanımızda, hayvanlar gibi masum değiliz. Çünkü insandaki gelişkin nefs, zalimdir. Örneğin aslan beslenmek için avlanırken, insan zevk için avlanır, öldürür ve israf eder.

KESİM : 73

EVRENİN BİLİNCİ

Akıllı evren

Burada bir şey daha dikkatimizi çekiyor: Canlılar (Biyolojik yapımız) cansız atomlardan oluşuyor. Atom nasıl cansız olabilir ve CANLI olan bizleri nasıl oluşturur?

Demek ki BİLİNÇ madde ötesindedir. Bilinç enerjiyi biçimlendirir ve enerji de maddeyi kalıplandırır…

O zaman tapındığımız ve çok önemsediğimiz yakışıklı fizik bedenimiz (CESEDİMİZ) aşağıların en aşağısından bir hücre yığını oluveriyor.

Beden denen tuğla yığınının özünün enerjinin örgütlenmesine bağlı olarak enerjinin yapıtaşı kuantların olası tertiplenmesinden “Madde” biçimlenmektedir. Oysa biçimleyen kuantlar biçimsizdir. Onların içsel dizilişinden yüzeysel maddî kuruluş çıkmaktadır. İçsel dizi sübjektif (Anfüsî) ve dış görünüş ise objektif’tir (Afakâ).

İnsan, hücrelerine benzemez, hücreleri de (DNA ya da) kromozomların şifresine benzemez. Ama bu içsel dizilişin aşılanmış yumurtada tek hücre olarak yer almasıyla, ortaya canlılar çıkmaktadır.

Oysa genlerin olası tertiplenmelerle ister bir fil, ister bir bakteri, ister dev bir ağaç, isterse insanı oluşturan teklik şifresi olduğunu görüyoruz. Dört çekirdek asidinden her canlı bedenlenebiliyor.

Kromozomlarımız insana hiç benzemez ama insanı oluşturur. Atomlar da ne insana, ne kromozoma benzerler. Atomlar da onları oluşturan kuantlara benzemez. Kuantlar ise özlerinde madde ötesinin sırlarını taşıyan sonsuz-enerjiye benzemez. Evren bilinci bu aşamada yaratıcı kudretin tecellisi olan Nur’dur.

Dikkat edilirse evren alttan üste bir içsel dizilişin yüzeysel görüntüyü kurması biçiminde tertiplenmiştir. Yüzeysel görünüm ölümlüdür; fakat içsel diziliş ölümsüz gibidir. Yeniden yaratılmasa da, bu içsel dizilişten daha başka yüzeysel görünüşler olabileceği fizikî gerçektir.

Örneğin; “Dünyada, nice yakışıklı ve güzel” zina yaptığı için ayı biçiminde ve çok çirkin olarak mahşere sevk edilecektir. Yalancının dili metrelerce boyunda pranga gibi yerlerde sürüklenecektir. Tıpkı “Pinokyo”nun burnunun yalan söyledikçe uzaması gibi…

Cehenneme girecekler için, dünyadaki fizik güzelliği ne olursa olsun, inanılmaz çirkin bir biçim verilecek ve bir ZOMBİ onlardan çok daha güzel görünüşlü olacaktır. Zebani denen memur cehennem melekleri bile cehennemdekilerin çirkinliklerinden tiksinecektir. Bunun için cehennem melekleri acımasız, katı ve yalvarmalara sağır davranacaklardır.

Dünyadaki bir güzellik örneği olan sömürgeci (kâfir sarışın) ile “Pis zenci” diye horlanmış Afrikalı mü’min’in yüzeysel görünüşü orada tersine dönecektir. Dünyasal güzelliği, ebedî ve iğrenç bir çirkinliğe dönen inançsız sarışına karşılık, aklanarak cennete alınan ötekinin göz kamaştırıcı güzelliği yer değiştirdiği gibi yıpranmayacak ve ebedîleşecektir.

Allah, cemali olan kendi güzelliğinin kırıntısını ilk ruh Nûr-u Muhammedîye vermiştir [KİT-SAN]. Bunun bir kırıntısını da insanlara vermiştir. İnsanların toplam güzelliğinin yarısını Hz. Yusuf’a, öteki yarısını da 150 milyar insana dağıtmıştır. En güzel bildiğiniz kimse bu 150 milyar güzellikten biridir. (Bugün yaşayan her insana karşı geçmişte ölmüş olan 30 insan vardır. İlerde bu sayı bire-kırk olarak artacaktır.)

Cennetteki bir hurinin güzelliği ise belki 150 milyar tane Hz. Yusuf güzelliğine denktir.

Cennetteki bir mü’mine bayanın güzelliği ise 70 huri kız güzelliğinde olacaktır. Cennet’teki bir erkeğin güzelliği ise 70 kadın güzelliğinde olacaktır. [?]

Bu bakımdan âyetler, hûrî ve zevcelerin, Cennetlik kimseye olan hayranlıkları yüzünden, bir an bile gözlerini ayıramayacaklarım belirtir. (Cennet’te gece, uyku ve başka meşguliyetler olmayacağı için, ebediyen “Gözlerini” kırpmadan bu güzelliğe sonsuz bir sadakatle bakmaya doyamayacaklardır.)

Böylece içsel kuruluştan, yüzeysel görünüşün dünya ve öteki dünyada farklı olarak yeniden kurulabileceğini anlarız.

Bu, kuantların yeni bir plâna göre yeniden ve çok farklı fizik görüntü verdikleri anlamına gelmektedir.

Kuantlar ise (Bu trilyarlarca görüntü veren) madde görünüşün TEKLİK sırrıdır. Yani madde, özünde TEKLİK (Vahdaniyet) özelliği taşımaktadır.

Vahdaniyet – Tekliği içtedir ve tektir. Çokluklar ise dışta ve ayrılıktadır (Vuslat). İçteki ölümsüz, dıştaki ölümlü, TEKLİĞE dönücüdür. (Kesirlerin tam sayı olarak toplanması gibi…)

Ölümsüzlük ve tekliğe dönüş HÜNNES (Karadelik) ‘tir. Çokluğa ve yokluğa açılış ise KÜNNES (Yaratılış akdeliği olan merkez-kaç kuvvet) sırrındandır.

Böylece Kuant ötesindeki TEKLİK, sonsuz özenerji ile temsil edilen BİLİNÇ BOYUTU ENERJİSİDİR. Bu da AKILDIR.

Akıl, fizik bilinç olarak fizik olayları anlamlandıran üst, beşinci boyuttur.

İnsan akıllı maddedir. Eğer bu akıllı madde ışık hızına ulaşmışsa akıllı enerji olur (Cinlerin bilinci) ve ışık hızını aşarsa sadece AKIL olarak kalır. (Kütlesi EKSİ olduğu için, RUH bedeninde temsil edilir. Bir Ruh’un eksi 40 kiloluk bir biçimli insanın olabileceğini düşünebiliriz.)

Sonuçta madde enerjinin, enerji de ZİHİNSEL BOYUTUN emrindedir. Biçimlenme kozmik evren bilincinden türemiştir. Dolayısıyla evren bilincini yaratan asıl BİLİNÇLİ YARATAN zorunluluğu vardır. Nitekim Allah’ın başlangıç tekilliği olmasının da bir zorunluluğu akıldır.

Allah (C.C.) bilinçli yaratmıştır: Çünkü kendisi en büyük ÂLİM (Bilginler bilgini) isminin de sahibidir. Ayetler “Allah’ın yarattıkları içinde en ufak bir akıl dışı kusur bulunmayacağını ve rastlantılara yer verilmediğini” belirtmişlerdir.

Fizik evren ile düşünce boyutumuz sürekli ilişki halindedir. Dolayısıyla bu dengeyi bazen “Düşüncenin maddeye ağır basması” olarak da kullanabiliyoruz. Bu da spiritüalistler tarafından istismar edilmektedir.

KESİM : 74

İŞGALCİ PARAPSİKOLOJİ

Akıllı enerji: Cinler

Maddeye göre enerji soyuttur.  Enerjiye “göre de bilinç olayları soyuttur, insanın ruhsal enerjisi, hem bedeninde, hem enerji bedeninde, hem de kendi ruhsal bedeninde yer alır.

Ancak enerji bedenimiz cinlerde de olduğu için bu büyük bir kargaşa yaratmış ve SPİRTÜALİZMA denen satanist (Şeytansı) uyduruk bilim oluşturulmak istenmiştir. Çünkü iki enerji beden birbirini algılar (uğrama).

Elbette resmi bilim de bu ruhsal enerjilerin farkında olduğu içindir ki, (Kendi resmiliği korunsun diye) bu yöndeki araştırmalarını “PARAPSİKOLOJİ” fakültelerine devretmiştir.

Böylece spirtüalizma ile materyalizm arasında bilimsel bir bağlantı arayan PARAPSİKOLOJİ bilimi doğmuştur. Bu da fizik evren ile onu anlamlandıran düşünce boyutu arasında bir tampon bilim dalıdır. Parapsikoloji 5. Boyut bilimidir. Tıpkı Rölativitenin 4. Boyut bilimi olması gibi…

Cinlerin enerjik yapılarının, biz maddeyi etkilemesi nedeniyle insanları yanılttıkları bir gerçektir. Örneğin “Ruh çağırma” masalı adı altında yapılan mistik Cin davetinde havalanan masa olayı, aslında rüzgârın, bir kâğıdı havalandırmasıyla aynı yasaya tabidir ve bu bir ters-çekim (Levitation) değildir.

Levitation, insan ruhsal yeteneklerinde yer alan bir karşıt-fizik yapısıdır, cin aldatması psikokinezi değildir. Nitekim perili evlerdeki tekinsizlik (Normal ötesi eşya havalanması, nesnelerin uçuşması) bir psikokinetik güç değildir. Orada cinler kendilerini açıkça ortaya koymuşlardır (Apor).

Oysa telepati ve teleportasyon (Tayyı mekân) bir fiziko-parapsikolojik gerçektir. Fakat bir cin vizyonu (Geceleyin ortaya çıkan konuşan oğlak, merkep, yarasa, köpek, kurtadam, hortlak, cadı, orman perileri ve gnomları) bizim ruhsal kişisel yeteneğimizden değil, işgalci ve otorite olmalarından her kılığa girebilmelerinden ortaya çıkmaktadır. Cin (ve dolayısıyla Şeytan) aldatmağa eğilimlidir. Eğer kurt-adam (Werewolf) modası geçerse, bu kez atalarımızın ruhu diye gelir. Sonra bu moda da geçince “Uzaylı ve UFONOT” oluverir. Böylece şimdikilerdeki “Uçan daireli uzaylılar” modası yaygınlaşır. Spirtüalistler de artık bu modanın misyonerleridir.

Birinci cildimizde “Gerçek Uçan araçlar” konusunu incelemiştik. Torunlarımızın “Zaman yolculuğu” yapabilmelerinin fizik bilimi olarak mümkün olduğunu iyice vurgulamıştık.

Diğer benzetmeler ile bu “zaman yolculuğu” dışında kalan “parafizik UFO” ve içindeki insanlar, eğer “Atmosferimiz içinde” bize görünüyorlarsa, bunlar yüzde-yüze yakın ihtimalle “Cinler”dir.

“Uzaylılar” sahtekârlığı bizzat cinler tarafından tezgâhlanmaktadır. Testlerimizde spirtüalistlerin masasına gelen “sözde RUH”larla; bu “Güya Uzaylılar”ın alınan polaroid filmleri, kızıl ötesi ve normal spektral analizlerinin birbirinin tıpatıp aynı olduğunu çoktan kanıtladık. Ne var ki spirtüalistler, sarsılmaz inançla bağlı olduklarından, bu inatlarını sürdürmektedirler.

O zaman, ya “Ruhların” çok iyi uçan daire kullandığına ya da her ikisinin de “CİN” kökenli olduğuna inanmalıyız.

Kur’an’da bir çok âyet, cinlerin bazı dinleme mevkileri ile “Melei Âlâ”yı dinlemekte olduğunu belirtiyor. Çünkü enerjiden yaratılan cinler maddî insanlarla nasıl ki uğrama biçiminde teğetleşiyorsa, aynı zamanda “Melekût” âlemle de teğetleşebilmeleri beklenir. Bize girgin oldukları kadar meleklere de girgindirler. (Saffat – 8, 9, 10)

Cin sûresinde; “Ne zaman ki gökleri dinlemeye kalkışsalar, kendilerine (yakıcı, izleyici, acımasız) bir bekçi gibi davranan Şıhablarla gökleri dolu buldukları” kendi ağızlarından nakledilmiştir.

Nitekim başka âyetlerde “Göğe taş atmalar kıldık” açıklamasıyla, Şıhabların birer kozmik primer olduğu anlaşılıyor. Ayrıca magnetosferimizin olduğunu 14 yüzyıl önce “Ve göğü taşlanan şeytandan (cinlerden) koruduk” âyetiyle ortaya çıkıyor.

UFO tipi görüntülere bir cin aldatışı olarak bakılmalıdır. Özellikle işin içinde “İnsansı” ucube gibi görüntü ve vizyonlar varsa…

Uzaylı masalları cinlerin doğalarındaki bu tür görüntü oluşturma yeteneğinden kaynaklanmaktadır. Cinlere uzay bile yasakken nasıl uzaylı olurlar?

Enerji bir hamur gibidir ve dilenen biçim verilir, sonra o bozulup yeni bir biçim oluşturabilinir. Çünkü enerjiye zihinsel boyut egemendir. Cinlerin akıllı, hatta çok kurnaz zekâlı olmaları bu beceriyi sergiliyor.

Cinlerin bu tür kafa karıştırıcılıklarına kapılanlar Spirtüalizm adı altında Satanist mezheplere kapılanmaktadır. Hatta İslâm mezhebi olmaktan çıkmış “Dürziler” de şeytan ve tanrıyı iki eşit güç (Hürmüz, Ehrimen) görerek tapınmaktadır.

Oysa ruhsal kuvvetimiz ap-ayrıdır. Cinler karışmadan kendiliğinden oluşmaktadır. Yani, cin çarpmaları, perilenmeler, karabasan uğramaları ve tekinsiz bütün olaylar insanın ruhsal kuvveti kapsamına girmez. Parapsikoloji gibi ciddi bir bilim de bu kargaşadan mümkün olduğu kadar az etkilenmeye bakmaktadır.

KESİM : 75

TORTUL FAZLAR

Katmerli bedenlerimiz

Bedenimizin içinde tortul ve katmerli faz bedenleri olduğu deneyle gözlemlenmiştir. Maddî bedenimiz, şu ceset denen şeydir. Onda ölümden sonra eksildiğini fark ettiğimiz “Bilinç” (hayatiyet) yoksunluğu vardır. Maddeyi enerji yönlendirdiğine göre; içimizde arabedenler ya da enerji bedenler de olmalıdır.

Nitekim “Ektoplazma” sanki insanın bir sıvı bedenidir. Örneğin medyumdan çıkar ve bir tüle ya da örümcek ağına dokunuyormuşsunuz hissi duyarsınız. Yapısı vücudun organik kimyasının aynısıdır. Ektopiazma (Dışplazma) vücuttan bir faz olarak bir magnetik alanda ayrılabilmektedir. Ektoplazmayı bilim doğrulamıştır!..

İnsanda ve canlılarda ayrıca “Gaz” gibi bir beden vardır. (Suptil Duble vb. de denen bu öteki beden, vücuttan ayrılan ve tıpatıp onun kopyası olan “Havai-seyyâl” bir bedendir. Bazen bütün medyumu boşaltır ve onun yerine kendisi teşekkül eder. O zaman medyum görünmez olur ve görünen ile görünmeyen kopyası yer değiştirirler.) Bu bizim buhar niteliğinde, bulutsu bir kopyamızdır. Bilim bunu da doğrulamıştır.

Cinlerin ve insanın nefsinin “Vitalist-Psiko” bedeni de daha çok enerji bedendir ve ışımaktadır. Yani ışıklı bir bedenimiz olduğu, yüksek alanlarda çekilen fotoğraflarda (Kirlian) gözlenmiştir. Bu beden, evrenin bilinen hiç bir “Elektromagnetik ışımasına” benzemez. Sürekli deri altından çıkan bir esrarengiz ışık yayımıdır ve bu tür bir ışık evrende, kendinden başka hiçbir şey de yoktur. Bu bedeni doğrudan bilim bulmuştur.

Renkli bir hâle gibi bütün canlıları ve hatta organik her kalıntıyı kuşatmaktadır. Bu beden Psikolojik bedendir. Yani heyecan, düşünce, korku, istek vb. gibi içgüdülerine göre ışıma şiddetini artırmaktadır ve öfke ile renk değiştirmektedir. Olumsuz rengi kırmızı ve çiçekli bir desen almasıyla ortaya çıkar. (Özellikle öfke, kibir sahiplerinde ve cinsel ilişki sonrası yıkanmayanlarda bu olumsuz elektrik birikmesi olarak göze çarpar.) Böyle bir bedenin tanımı yapılmıştır ve insanı kuşatan Aura da denen saçaklar ile birlikte “Biyoelektroptazmik-psiko bedenimiz” ismini almıştır.

Görüldüğü gibi cesedimizden içeri doğru sırayla katı, sıvı, buhar ve enerji dört bedenimiz vardır. Bütün bunların ötesinde bir de ışımayan salt magnetik bedenimiz olduğu da bulunmuştur. Bu bedenin görevi, mıknatısın akıları, çizgileri neyse onu oluşturmaktır. (Suptil, duvardan geçebilen dublemiz de deniyor.)

Işık hızındaki bu magnetik beden ise “Görünmeyen” zımni ve virtüel bir bedendir. Yeri ise Tünel-Hilbert uzayı ağzındadır. Tünel içinde de olabilmektedir ve maddeyle etkileşmemektedir.

Maddeye enerjinin; enerjiye de soyut maddenin (Zihin boyutunun) hâkim olup yönlendirdiğini yine fizik bulmuştur. Sanki sıfırın ötesinde, sıfırdan küçük (-60 kiloluk) bir bedenimiz vardır. Bu bedenin de bir plânı vardır.

Bu plân, (nitelik veya keyfiyet) ruhumuzdandır. Onun bize değdiği bölge olan tünel ağzında bir magnetik akı temsilcisi (mıknatısın görünmeyen çizgileri) magnetik bedenimiz olduğu da Philadelphia deneyiyle saptanmıştı. (*)

(*) Birinci cildimizde sunmuştuk. Ayrıca dördüncü bandımız “Can-İnsan”da bilinç konusu ayrıntıyla ele alınacaktır.

Bu beden tünel sürecindeki Hilbert uzayından buraya magnetik akıları taşımaktadır. O zaman kuantlar da birer elektrik alan içinde, mıknatıs çizgilerine yerleşen demir tozları gibi yerleşerek, Kirlian bedeni (Biyoelektromagnetik psikoplazmik bedeni, Aura, ideoplazma, teleplazma da deniyor) oluştururlar. İnsan Nefsi ve Cin bedeninde bu tıpatıp vardır.

Bu ışık bedenimize eğer atomlar bağlanıyorsa bu kez bizi cinlerden ayıran başlıca özellik olan “Madde” beden, ceset ortaya çıkıyor.

Böylece varlığın “Kemiyet-niteliği-plânı” ötede çizilmiş, burada da bir tuğla yığını ile bu mimari yapılmıştır. (Tuğla yığını nicelik anlamındadır.) Atomlarda kuantları, insanlarda atomları ve hücreleri temsil edebilir. Nicelik denen kuantum fiziğinde biçim yoktur. Çünkü bir kamyonun döktüğü sayısız tuğladır, henüz evin plânı yoktur. Bunun biçimlenmesi projesi ancak mimarı ile olmaktadır. Mimarın çizdiği kalıba, projeye yani niteliğe göre bu tuğlalardan istenen “Bina” kurulmaktadır. İki evren arasındaki fark budur önce…

O halde her şey baştan ne olacağı bilinerek, yani MATRİS denen bir BİÇİM DİNAMİĞİ PLANI ile yaratılmıştı. O matrisler, matrix bir tünele verilince ardından “YARATILIŞ” denen plâna uygun mimarî geçmişte var oluyordu.

Demek ki hiç bir şey plânsız ve tesadüfi değildi. Allah her şeyi var etmiş ve onların “Zamansız” bir mekânda ne yapacağını bildiği PROGRAM bandını Kalem ile yazmıştı. ALLAH cc. bizim nasıl davranacağımızı önceden bilmekteydi. Küçük irademizle yaptığımız hataları “kader” yazıldığı düşünülmemelidir.

Ruhsal ve bilinç enerjilerini, tıpkı bir “Kuantum” kuramı gibi oluşturmaya çalışan parapsikolog bilim adamlarımız ve amatörler, birçok önermeler yaptılar. Bu önermeler “Akıl ve Gizli değişkenleri” açıklamaya yönelikti.

Örneğin “Işıktan hızlı bir ruhsal evren” vardır ve bunlar da kuantlaşmış atomdan kuruludur. Atomun çekirdeğine “Bion” ve elektronuna “Psitron” önermesi getirmişlerdir. Bütün bunlar BEŞİNCİ BOYUTUN gündeme gelmesiyle olan çalışmalardır ama, Satanist Spirtüalistlere de yaramaktadır.

Ancak fiziğin bu kargaşaya sokulmaması gerekmektedir. Gayb âlemine kadar olan evrenin, “Fizik” ile açıklanacağına ilişkin Kur’an teşviki yönlendirmesi vardır.

Ruhsal olaylar çok boyutlu (on boyutlu) olaylardır. Ama yine de onları anlatabilecek “KARŞI FİZİK YASALARI” vardır ve gerçekten de bulunmuştur.

Karşı fizik yasaları da karşı bir evrenin cansız ve canlı dünyasını ortaya koyacak kadar güçlüdür. Bu nedenle “Psitronların” bir çift insan paraleline “Telepatlara” gizli değişkenler olarak iletildiğine karşıyım. Çünkü öteki yasalar kuantlaşamaz. Hilbert uzayına bütün olarak yansır. Oysa psitron önermesi bir “Kuant” yani elektron önermesidir.

İster adı psitron olsun, ister başka bir şey, böyle bir evrensel fizik zaten vardır: Işıktan hızlı Esîrî evren mekaniği..

Fakat bunların kuantlar gibi “Kesik, kopuk enerji paketçikleri” olmaması gerekmektedir. Dolayısıyla orada enerji sonsuz ve bütün (kesiksiz) GLOBULAR-Külli bir özenerjidir.

Bu yüzden kuantlaşma düşünülemez. Zaten Hilbert Uzayında kuantlaşma olmaz. Bunlar olmayınca da bir soyut atom olamaz ve Bion-Psitron’dan oluşmuş bir atom önermesi bilim ciddiyetiyle bağdaşamaz bir çelişkidir.

Şimdi öteki evren yasalarını ele alırken, buradaki kuantlaşmaya (NİCELİK olayına) karşı gelen bir kualifike (NİTELİK) mekaniği düşünülmelidir. Anlıyoruz ki, Hilbert uzayında varlıkların bilinci, kalitesi, varlıklarının bir planı vardır. Olmayan tek şey madde bedendir.

Gizli değişkenlerin ne olduğuna ilişkin üç ana teori vardır: Nötrinolar, positronlar ve takyonlar… Bu üçünü soruştururken, gizli değişkenleri anlamaya çalışalım.

İLERİ BİLGİLER:

HAYALET MADDE NOTRİNOLAR

Kuantların en küçüğü, dolayısıyla madde sınırının en sonu olan tamamen hayalet parçacıklar nötrinolardır. Hem madde hem madde ötesi soyut bir yapıdadır ve madde tabusunu yıkan son derece sessiz parçacıklardır.

Nötrinolann spini vardır ve magnetik alana paraleldir. İşte bu avantajla, çok kolay kuantlaşabiliyor, böylece diğer üç boyuta yan bir pencereden giriyor ve maddî parçacık oluveriyorlar.

Nötrinolar hem maddedir ve bizdendir, hem de değildir ve madde ötesindedir. Esrarengiz nötrinolar birer “Hayalet”tir. Yükleri yoktur, magnetik alanları yoktur. Dolayısıyla maddeyle bu yönlerden etkileşmezler. Sanki madde onlara saydam gelir, içinden geçer giderler.

Ana görevleri zayıf çekirdek kuvveti ile ilişkilidir ve radyoaktif Beta bozunmalarından sorumludurlar. Eğer güçlü nükleer kuvvet kendi başına çekirdek dışına çıkmaya kalksaydı, evrenin her noktasında bir hidrojen bombası patlardı. Nötrinoların görevi bu çekirdek kuvvetini çok sayıda nötrino “Zayıf nötr akımlar olarak” bir sünger gibi emip, sübap gibi dengeleyip uzaya yayarlar.

Açığa çıkan enerji nötrinolara bölüştürülür. Bu yüzden onlara “Frenleme” akımı da deniyor.

Nötrinolar daha yaratılış patlamasında bütün evreni doldurmuşlar ve dokumuşlardır. Bu nedenle ünlü Kuantumcu L. de Broglie, nötrinoları “Esîr denizi” diyerek nitelendirmişti. Aynı mantıkla, “Gizli değişkenlerin” ta kendisi sayılmışlardır. Ne var ki kuantlaşmış nötrinoların da ışıktan hızlı gitmesi yasak. O zaman birbirinin tıpatıp davranan iki parçacığı (madde ve antimadde) ışıktan hızlı olarak “Aynı davranışa zorlayan” komutu nötrinolar iletemez.

Hatırlanırsa, polarizasyon ölçümlerinde karşılıklı sonuç gelmektedir. Yaratılan parçacık ve anti-parçacık çifti, birbirinden çok uzak da hatta paralel evrenlerde de olsa, birbiriyle tıpatıp aynı davranışa giriyordu.

Sanki kuantum bilgisi, buradaki gözlemlediğimiz bir parçacıktan, zaman içinde geriye giderek, o bir çift parçacığın yaratıldığı “Sıfır” anında, gözlemlemediğimiz ötekine bu bilgiyi nakletmektedir.

İşte bu bir çift parçacığı birbiriyle PARALEL (evrenleri de PARALEL EVRENLER) olmaya zorlayan şey Rosen’in “Ödemeler-dengelemeler” ve Einstein’ın “Gizli değişkenler” dediği önermelerdir.

Şimdi bunların “Nötrinolarca yapılıp yapılmadığını” tartışırken, nötrinoların da ışıktan hızlı gidemeyecekleri yasağı karşımıza çıkıyor.

Kuantum fiziğinde, bilindiği gibi bireysellik ve aralarında mesafe vb. yoktur. Sanki her bir birey bir BÜTÜN’e açılır. Bu açılışı da mekânın dördüncü boyutu olan “Tüneller” aracılığıyla gerçekleştirdiğini biliyoruz (Evrenin üçüncü düzlemi).

Bu bütünde “Senkronizasyon” denen eşzamanlılık ve külli (Tümellik, Globular oluş, bütünlük ve karıştırıcı kural) vardır…

Kuantlar ölçeğinde her şey sanki birer ada gibi birbirinden bağımsızdır ama bu sayısız adaların alttan okyanus tabanından birbirine kara bağlantıları vardır. Böylece her birey (Cüz), tüm olana (Küll’e) bağlanmaktadır. Her birey özdeşleşip, aynılaşmaktadır. Dolayısıyla her birey bu ada altındaki (Tünellerden) o bütüne bağlanıp, kendi gibi düşünen ya da eşiti olan bir başka bireyle de normal ötesi bağlantıya geçebilir. Bu iki parçacık da olabilir, iyi telepati yapan iki insan da…

Nötrinolar bu görevi yapabilirler mi? Eğer nötrinolar burada gözlediklerimizse, ışıktan hızlı gidemezler. Eğer Hilbert uzayına saklanmış ve spin yapamamış nötrinolar ise, bunlar zaten kuantlaşmadıkları için, ışıktan hızlı evren olan MADDE ötesindeki soyut kütlenin sonsuz özenerjisi üyesidir.

O zaman biz nötrinoları oradaki bu asıl enerjinin bir bölümü olarak görebiliriz. Böylece gizli değişkenler olmaya zaten hak kazanırlar. Fakat orada ışıktan hızlı daha birçok kavram varken, niçin illâ da nötrinoları gizli değişkenler olarak önerelim?

Evrenimizdeki nötrinoların ise birer KÜTLESİ olduğu belirlendiğine göre, zaten onlar da ışık hızı yasağına uyuyorlardır. Kaldı ki, “Gizli Değişkenler” nötrino ve antinötrino eşlenikler arasındaki kuantum bilgisini de iletiyorlar olmalıdır. Bu durumda nötrinoların bizzat “Gizli değişkenler” olması mümkün değil. Zaten gizli değişkenlerin beşinci boyut olan “Akıl” (Gözlemcinin zihni) ile olan ilgisindeki bilinç kavramını nötrinolar üstlenemez. Bilinç bambaşka bir şeydir ve daha da ötededir, madde ötesinde…

***

“… Yerde ve gökte hiç bir zerre (kuant, koordinat, kara-aknokta) Rabb’inden gizli değildir. Bu (kuant) ‘ndan daha küçüğü (Hilbert uzayı, tünel, esîr, takyonlar) ve daha büyüğü (Diğer âlemler, dev Hilbert uzayı ve Süper uzay) kuşkusuz ap-açık (Determinist, kesinlikli, sonsuz ötesindeki tek ihtimalle belirlenmiş) bir kitab (Levhi Mahfuz) ‘dadır…” (Yunus-61)

BÖLÜM – 6

MÜCERRET ÂLEM
TAKYONLAR, SOYUT KÜTLE

KESİM : 76

HİLBERT UZAYI

Arz’dan çıkış

Atomun göbeğindeki bu trilyarlarca dereceyi bulan SAKLI ENERJİ mekânın tabanında gizleniyor. Bir bölümü çekirdek kuvvetleri olarak kuantlaşıp odaklaşıyor. Buna uymak için de 4 tür dönü hareketi yapan elektron oluştuturuluyor ve atom bundan ibaret bir şey oluveriyor. Sonra atom denen bağımsız şey, öteki enerji alanlarıyla etkileşerek KENDİ NEFSİNİ korumak üzere boyutlara yapışıyor.

Kuantum fiziğinin Max Planck’a ait bölgesinin üstü, altın zerresi yerine “Atom” göründüğü andan başlar, fakat nerede biter? Bu çok önemlidir, çünkü TÜNEL asansörü oradan kalkacaktır.

1,4 x 10^-13 cm.den ötede artık kuantlaşma olmadığına göre bildiğimiz maddî evren burada bitiyor yani SIFIRLANIYOR. Fakat fiziko-matematik için durmak yoktur. Sıfırdan sonra YENİ BİR SONSUZ başlar. Bu da eksi yönde uzanır. Yani sıfırdan itibaren eksi sonsuz DEV boyutlara doğru evren yeniden öteki yanda büyür.

Sanki artı sayılarımız, sıfır denen bir karanoktada dar boğaza çekilip, daha sonra bunun ötesindeki ikinci huni olan NEGATİF ve SOYUT sayılara doğru bir akdelikle yeniden sonsuza açılıyor. İşte enerjimizin bittiği yerde SONSUZ ÖZENERJİ bu nedenle başlamaktadır. Bu enerji öylesine büyür ki, sonunda ALLAH KUDRETİ’nin kendisi olup çıkıverir.

Uzay ne kadar küçülürse, enerji o kadar çoğalır, fakat zaman etkisi de o kadar azalır. İşte bu mini mini uzaylarda mesafe küçülünce enerji (Rezonanslar) sonsuz güçlere ulaşır.

O sonsuz güç ise bu evrenin tohumudur ve o mini TÜNEL atomun göbeğinde saklıdır. Böylece evrenin en küçük şeylerini bile hem içeriden hem de dışarıdan kavrar. ESÎR’in kendisi oluverir.

O sonsuz enerjiden atomun dış görünüşü olan obje çıkar. Atomlar da örneğin kromozom denen objenin sübjesidir. Kromozomlar ise İNSANIN dış görünüşünü temsil eden objenin sübjesidir. Yani Sübje, Objenin tohumudur.

Bu hiyerarşi, kuantlaşmanın ve kuant fiziğinin bittiği minicik bir uzayda biter. Burası artık sıfırın ardına geçilen eksi bölgedir ve Zig-Zag ekibimizin onurlu üyesi David Hilbert’in ismine izafeten HİLBERT UZAYI adını almıştır. Bugün evrenin soyut matematik uzay modelleri içinde en önde geleni, HİLBERT uzayıdır.

Burada artık maddenin en küçük üyeleri olan KUANTLAR, yani madde-enerji biter ve yerine SOYUT MADDE ve SONSUZ ÖZENERJİSİ gelir. Hilbert uzayı evrenin en küçük aralığıdır ve aradığımız ikinci tünel kapısıdır; bir de BİLİNÇ denen beşinci boyutun yer aldığı Esîrî Takyon mekaniğinin ve Feinberg Rölativitesinin en önemlisi de SUR TÜNELLERİNİN bölgesidir.

Teorik Hilbert Mekânı, asla kuantlaşmayan ve boyutlarımızın geçersiz kaldığı, mekânının “Zaman” ve Bilinç” gibi soyut boyutlarla oluştuğu mini-mini bir uzaydır.

Tüm boyutlar burada birer ikişer temsil edilebilir. Örneğin bizim bir uzunluğumuz ile bir zaman boyutundan bir Hilbert Uzayı oluşmaktadır. Fakat bu bizim alıştığımız bir mekân olayı değildir. Çünkü bu iki boyuta üçüncüsü de teğet kalmaktadır.

Yani Hilbert uzayı diğer boyuttaki evrenlere bir huni, boğaz ya da tünel oluşturup bağlanabilir, ya da bizim boyutlarımız o dar boğazdan birden sonsuza açılırlar. O zaman, “Zaman” boyutu da buraya teğet kalır. Bilindiği gibi boyutlar ne kadar küçülürse zaman da o kadar hızlanır. Hızlanmanın sonunda da sıfırlanır.

Dolayısıyla mekânda sabit matematik değerleri olmayan ve zamana bağlı olmayan her şey madde ötesidir. Mesafe ne kadar küçülürse zaman o kadar sıfırlandığı gibi “Etki” dediğimiz ötedeki enerji de o kadar sonsuzlaşır (SONSUZ ÖZENERJİ’nin bulunuşu).

Mekân böylece sonsuz küçüldükçe artık gözlenebilen ve ölçülebilen bir enerji durumu yoktur. Zaten Sonsuz Özenerji denen etki, bir enerji değildir, enerji onun kuantik sonuç değeridir. Öteki enerjiye ben NUR ve onun sonucu olan bu yandaki enerjiye de Nâr diyorum. (Aiberg İntrinsic impulsmoment teoremi 7’nci bölüm.)

Hilbert Uzayı, aslında sonsuz boyuttan gruplandırılarak yapılan sayısız “Hilbert Uzayları” dizisidir. Bilmediğimiz türlü varlıkların mekânı olduğu kesinleşmiştir ki, bu varlıklar, bizim evrenimiz, paralel evrenlerimiz dışındaki “Hilbert mekânı” varlıklarıdır.

Bir Hilbert uzayında, zaman boyutu teğet olabilir ve içine giremezken, bir diğer Hilbert uzayında Zaman uzunluk boyutu gibi yer alır. Fakat Negatif Hilbert uzaylarından birinde de zaman tersine akar, geçmiş yaşanır. Çünkü matematiksel bir mekân olan Hilbert uzayında negatif olasılıklar da yer alır ki, bu bizim artı olasılıkların uzantısıdır (sıfır ötesindeki eksi ihtimalli Hilbert Uzayıdır.)

Hilbert uzaylarından birinde zaman yoktur, zamansızdır. Diğerinde zaman teğettir, diğerinde zaman ileri akarken, bir diğerinde de geri akmaktadır.

Bir başka Hilbert tipi uzayda da zamanın alternatif akım gibi bir ileri-bir geri osilasyonik çalışması vardır. Yani orada önce yaşlanırlar, sonra gençleşilir (Aiberg tipi Hilbert uzayı).

Burada biraz durmak gerekiyor: Çünkü İslâm verilerinde Şeytanın (İblisin) onu Hz. İsa öldürene kadar, yaratılışından o güne kadar “Önce yaşlanıp, sonra gençleşip, yeniden yaşlanıp-gençleşerek” kendine özgü vadeyi yaşayacağı belirtilmiştir. Yani onun da ömrü sabittir ama, zamanda osilasyon yaparak bu zamanı bizim saydıklarımızda milyonlarca yıl olarak kullanmasını Yaratan dilemiştir. Çünkü:

Şeytan aslında cinlerin melek gibi “Cinsiyetsiz” olan bir türüdür. Dolayısıyla bir cin anne-babadan doğduğu için, bizim enerjinin (Nâr) ölümlü olması ve cinlerin de ömürleri olması sonucu, “Ölmek” zorundadır. Her Cin gibi o da ölümlüdür.

Ne var ki, aynı zamanda “Melekleştirilerek, CENNET’e alınmıştır”. Melekleşmesi de onun bir kez var oldu mu artık kıyamete kadar ölümsüz olmasını gerektirmektedir. (Melekler bir kez yaratılır ve son güne kadar ölümsüzdürler.)

Böylece İblis, hem ölümlü hem ölümsüz olmak durumundadır. Dolayısıyla bir Cin olarak yaşlanmakta ve Negatif Hilbert Uzayı yasasınca bir melek gibi de gençleşmektedir. (*)

(*) Şeytanın ve onun ait olduğu Cinlerin dünyada ilk ve tek bilimsel analizini “Cin-Şeytan” isimli, dördüncü bandımızda okuyabilirsiniz.

KESİM : 77

ARZ’IN TAVANI

Bir başka âlem

Öğretimiz, bir çok konuyu ayrıkmış gibi ele almakla birlikte aslında evrenin bütününe ulaşmak için, daha sonra ayrı olarak gördüklerimizi birleştirip, tek şey yapıyor (Ehaddiyet).

Örneğin “Gizli değişkenler”, “Takyon”, “Bilinç boyutu” “Kuantum ve Karadelik tünelleri” ve öteki değindiklerimiz…

Karadeliği ışıktan hızlı aşabilseydik, hemen bir Hilbert uzayı olan SOYUT PARALEL evrene çıkabilirdik.

Eğer ışıktan hızlı gidebilseydik, rölativite biterdi ve yerine Feinberg uzayı başlardı. Bu da aslında bir “FEİNBERG-HİLBERT” birleşmesidir. Zaten her ikisi de İslâm’da ve Zig-Zag bünyesinde birleşmişlerdi.

Schwarzschild-Weissschild-Rosen ve Hilbert köprülerini de birleştirmiş ve bir “Kişisel sur borucuğu” olarak sunmuştum. Rosen bu tünelden bir şeylerin değiş-tokuş edilip, birbirini dengeleyip, ödediğini bildiriyordu. Aynı tüneli şimdi de Hilbert uzayının ağzında bulduk. Yani evrendeki bütün TÜNELLER aslında TEK TİP’dir. Bilim çeşitli bölgelerden girdiği için değişik isimler vermiştir.

Örneğin bir ucu karadelik; öteki ucu akdelik olan ve WORM HOLE (Kurtçuk deliği) dediğimiz astrofizik tüneli; Kuantum teorisindeki Rosen köprüsünün yine kendisidir. O ise buna Compansating Hole demişti. İsmi ne olursa olsun, TÜNEL Tektir ve bizim aradığımız fakat kalınlıksız resim insanlar gibi düşleyemediğimiz dördüncü mekân boyutu tünelidir.

Hilbert uzayında sonlu sandığımız bir boyut, birden sıfırın ötesine (TÜNELE) geçerek sonsuzlaşır. Burada artık kuant (madde) biter ve SOYUT MADDE (Düşünce boyutu) başlar. Buradaki enerji de SONSUZ ÖZENERJİ’dir ve bu evrene kuantlaşarak (uzayını büyüterek) çıkar.

Kuantların asıl özü Hilbert uzayında gizlenmiştir ve orada noktasal enerji paketçikleri değil; bir esîrî bütün olarak dururlar (Sonsuz özenerji).

Karadelik tünellerini hatırlayalım: Evrenin en uzak iki bölgesini ya da birçok paralel evreni “Sıfır zamanda ve sıfır adımda” birleştiriyor ve mesafe-zaman bağımlılığımızı ortadan kaldırarak, uzaklarla bizi buluşturuyordu. Buna özetle “EN UZAK İLE EN YAKININ BİRLEŞMESİ, AYNILAŞMASI” diyoruz.

Hilbert tünelinde ise inanılmaz bir olayla karşılaşacağız. Bu olayı şöylece özetleyebiliriz:

EN KÜÇÜK İLE EN BÜYÜK BİRLEŞMEKTEDİR.

Hilbert uzayı hatırlanırsa, atomun en küçük birimi olan bir nokta kuantın da içinden geçen minicik bir uzaydı. Bu uzaya girince birden KENDİMİZİ EVRENİN DIŞINDA, yukarıdan evreni seyrediyor göreceğiz.

Çünkü bunun matematik ispatı yapılmıştır ve ispatlayan da Kuantum fizikçilerinin en ünlüleridir. En küçük mekân olarak boyunu verdiğimiz Hilbert aralığının, (logaritmik artışı sonucu 40’ıncı exponential büyümesiyle ortaya çıkan bir dev sayı) şimdiki evrenin dev boyutunu verir bize!.. Evren bundan daha geniş olamaz.

Böylece en küçük yerden; birden bir türlü çıkamadığımız evrenin üzerindeki boyuttan, evrenin dışından evrene bakmış olacağız. Yani en küçüğün en büyük ile birleştiğini göreceğiz.

Tüneller bizim için imkânsızın ötesine geçmek anlamında bir yol veriyor. Bu Allah’ın Arş’ına asansör kapıları, inanılmaz biçimde en uzak ile en yakını ve en küçük ile en büyüğü bir araya getiriyor, aynı şey yapıyor.

Daha da önemlisi her şeyin başı ile sonunu birleştiriyor ve nedenselliği ortadan kaldırıyor. Mini bir aralıktan (Belki de bir kum tanesinin içindeki atomdan) Hilbert uzayına geçince, bir de bakıyoruz ki, evren bizim gözümüzde bir kum tanesi olmuş. Çünkü biz o anda evrene dışından bakmaktayız ve en küçüğün en büyüğe birden açıldığını hayretle izlemekteyiz. Allah’ın yasaları gerçekten çok şaşırtıcıdır!..

Bu mini Hilbert uzayı sonsuz özenerji denen Allah kudretinin bir bölümüyle dokunmuştur. Bu uzay “Eksponensiyal” denen bir logaritmik artışla daha da geriye gider. Örneğin satrançta bir taşın oynanmasında 15000 ihtimal ve karşı hamlenin yapılmasında bir buçuk milyon ihtimal doğar. Böyle büyüyen ve önlenemeyen büyük bir artışa eksponensiyal artış denmektedir.

Hilbert uzayı gerilere gittikçe öylesine büyür, öylesine büyür ki, evrenimizin dışına açılır ve evrenimizden bile büyük olur. En küçük ile en büyük aynı yere açılırlar. Hilbert uzayının bu mini-mini uzaydan başlayarak geriye doğru büyümesi örneğin 40’ıncı eksponensiyal derecede o kadar dev boyutlara erişir ki, bu dev evrenimiz okyanusta bir su damlası kadar kalır Hilbert uzayının yanında…

Çünkü cebir sayıları sıfırdan geriye sayınca -1, -2, -3, -4, -milyon ve -n (eksi sonsuz) gibi büyür. O zaman karşımıza ayakları arzda, boynu arşta olan “eksi- trilyarlarca” km. boyunda bir melek karşımıza çıkabilir…

Böylece madde ile ötesindeki soyut maddenin sınırı David Hilbert tarafından bulunup, ispatlanmıştır. Evrenimiz Planck uzayıyla küçülmektedir. Bu uzay da en mini-mini mekân olan Hilbert uzayına dayanıp, bitmektedir. Sonra da öteki evren başlamaktadır. Ve bu evrenin yapısı TÜNELLERDEN oluşmaktadır. Tüneller ise birbiriyle birleşip sonunda tek bir tünele uzanmaktadır ve bu en büyük tek tünel ise “SUR BORUSU”dur. Bu mantığa nereden ulaştığımızı ileri konularda ve izleyen bandımız “Arz’dan Arş’a, Arş’dan Allah’a” kitabımızda sunacağım.

Tünel, evrende dizilen her şeyin hepsinde vardır ve fizik yasasıdır. Örneğin evrenimizde yaratılış Künnes’ten yani NEDEN-ETKİ başlangıcı olan “AKDELİK”ten başlamaktadır.

Yok oluşu da yine aynı tünelin yutma ucu olan Hünnes’tendir. Bu da SONUÇ-TEPKİ’dir. Evrenin bu kozmik tüneli, gelecekten yuttuklarını geçmişe nakletmektedir. Bu nakil, dengeleme ve ödeme olayında “Gizli değişkenler” Schwarzschild ışıması denen genel evren çekiminin eşdeğeri enerjidir. Şu halde “Çekim” bir gizli değişkenler elemanıdır. Buna bağlı olarak, “Gelecekten geçmişe” direkt nakil yapan ZAMAN da bir gizli değişkendir.

Olayı galaktik ve yıldız tünellere indirgediğimizde, Kuazar denen akdelik ile galaksi göbeğindeki karadeliğin de aynı yerde aynı şey olduğunu görürüz. Burada da galaksinin gelecekte yutulan materyali, geçmişe nakledilmektedir. Olay “Kürreler” olarak görülse de, aslında “Zerreler” fiziği olan mikrokozmos düzeyindedir. Çünkü evrende her büyük kurgu, mini kuantlardan oluştuğu için, gizli değişkenleri hep “Mikro-fizik” düzeyinde araştırmalıyız.

KESİM : 78

SOYUT CEBİRİN BULUNUŞU

Hayâlin matematiği

Kuantum fiziği evrenin maddî, yani kuantlaşmış her şeyinin ta kendisidir ve dolayısıyla Rölativite (Görecelik, bağımlılık, izafiyet) ile birliktedir. Maddi evreni tümüyle açıklamaktadır.

Ancak kuantlaşmanın ortadan kalktığı Hilbert uzayına kadar yürürlüktedir. Kuantum mekaniği, gözleyenin bilincini ve maddî evren dışındaki şeyleri asla açıklayamaz. Buna rağmen klâsik mekaniğin üç boyutuna, dördüncü boyut zamanı getirmiştir ve ufuktaki beşinci boyutu da göstermiştir.

Kuantum matematiği de zaten, kendinden sonraki bir evreni haber vermiştir.

Daha önce de bazı denklemlerin çift sonuç vermesi nedeniyle, artı maddemiz ve eksi antimaddemizin ÇİFT olduğunu göstermiştir.

Bu aslında matematiğin bir zaferidir. Hatırlanacağı gibi eski aritmetikler, örneğin üçten beşin çıkmasına “İmkânsız” diye bakmıştı.

Eskiden üçten beşin çıkmadığı aritmetik döneminden sonra bunun Cebir ile mümkün olduğunu, Kur’an’dan çıkardığı CİFİR bilgisini CEBİR haline getiren (sıfırın kullanımını ve ondalığı da bulan müslüman Türk) Al Câbir’dir. Dünyanın en büyük en matematikçisinden biri olan Al Câbir’in ismi ALGEBRA diye “Cebir”e verildi.

Böylece eski Yunanlıların 3 – 5 = imkânsız dediği aritmetik, 3 – 5 = -2 diye çözümlendi.

Matematikte eksi sayıların bulunması aslında, geometride de soyut uzayların olduğunu ve fizikte de antimadde denen eksi bir maddenin var olduğunu bildiriyordu.

Nitekim 1920’lerde Kuantum teoreminin Dalga Mekaniğinin kurucusu Schrödinger’in denklemlerinin bilinen artılı çözümünden başka bir de eksili çözüm verdiğini Dirac gördü. Bu elektronun eksi yükünü bulan denklemin tam tersiydi. Yani bir de “artı yüklü bir elektron” haber veriyordu. İşte bu antielektron (pozitron) Anderson tarafından bulundu. Bu buluş bize ANTİMADDEYİ yani Al Cabir’in EKSİ sayılarından da oluşmuş bir evreni haber veriyordu. Nitekim daha sonra antiproton, antinötron, hatta helyum çekirdeğinin antisi ile anti-hidrojen atomu elde edildi.

Evrende her şey matematiktir ve sayılara dayanır. Bu sayılardan boyut geometrisi ortaya çıkar. Sonra da bu boyutlara Fizik etki ve dinamizm yerleşince, evren bir fiziko-matematik açıklamaya kavuşur. Matematiğin haber verdiği her şey, eninde sonunda bulunur. Bu geometriyle çizilir ve fizik ile işler. (Antimaddenin bulunuşu.)

El Câbir eksi (Negatif) sayıları bulana kadar karekök işlemlerinde bir anormallik yoktu. Örneğin karekök içindeki dört sayısı kökten çıkarılınca iki olur (√4=2).

Fakat bu kök içine Câbir’in eksi sayılarından biri konduğunda YEPYENİ bir Cebir daha ortaya çıkıyordu. √-4 asla dışarıya (2) diye çıkmaz. (Çünkü artı ya da eksi olsun ikinin karesi dörttür. Ama bu son gösterimdeki olay başkadır, eksi ya da artı ikinin karesi asla çıkmaz.) √-4 gibi bir sayı vardır. Sadece kök dışına alma güçlüğü olan bu sayıya, ilk matematikçiler (tıpkı üçten beş çıkmaz diyenler gibi) yanlış bir isim verdiler: Sanal İmajiner (Hayâlî) sayı…

Oysa hemen her şey bu “Saçma” sayılar üzerine kurulmuştur. Galile-Newton-Einstein ve Gauss ile Riemann, Lobatçevski, Wundt, Hilbert, Cantor, Birleşik alan denklemcileri hep bu saçma sayılardan modern bilimi kurdular. Bugün soyut matematik uzaylar, soyut kuvvet alanlarının denklemleri, soyut kartezyenizm koordinatları (Evrenin eksi bölgesi) hatta “Zaman” olayı bir soyut sayıdır. Zig-Zag ekibinin etkisiyle Avusturyalı Hermann Minkowski ve Lorentz zaman boyutunu √-1 ile göstererek bize dördüncü boyutu kazandırdılar. Somut bir uzunluk olmayan zamanın, bir cetvel gibi uzunluk olarak gösterilmesi ancak √-1 gösterimiyle mümkündür. Relativite uzay-zaman darbesi, Riemann soyut uzayları ile Minkowski-Lorenz soyut zamanının sentezinden oluşmuştur.

[*] Somut ve gerçek (Reel) sayıların karşısına soyut ve kompleks, karmaşık bir sayı çıktığında, güdük bir mantıkla bu soyut sayılara saçma diye bakıldı.
[*] Orijinal kitapta (birinci baskı) üstteki “Somut ve gerçek (Reel) sayıların karşısına…” ile başlayan paragraf yok, khaniff.com adresinde var.

Kendi somut (Gerçel) sayılarımızın bittiği ve ihtiyaca cevap vermediği yerde, İmajiner sayılar başlamakta ve talep edilmektedir. Örneğin Galile-Newton koordinatlarının bile eksi bir bölgesi vardı ve uzunlukları ise soyut kartezyenizm ile anlatılıyordu.

Soyut mekânlar ve soyut matematik uzayar böyle bir ihtiyaçtan türedi. O zaman evrenin düz olmadığını ve eğriliğini anladık.

Soyut (İmajiner) sayıların günümüzde çok önemli kullanım alanları bulunmaktadır. Bugün Kuantum teoreminden, tüneller dediğimiz süreçlerden, Ay’a gönderdiğimiz insanın oraya salimen ulaşmasına kadar, günlük hayatı da kapsayan her denklemde soyut sayılar kullanılmaktadır. Ne var ki uzun bir dönem, bu soyut matematik “Saçma” önyargısıyla kullanılmadı ve bekletildi.

Oysa nasıl ki negatif sayılar antimaddeyi haber verdilerse; Soyut sayılar da başka bir maddeyi “SOYUT KÜTLEYİ” haber veriyordu.

KESİM : 79

SOYUT KÜTLE

“Hayal” Bedenleniyor

Zig-Zag öncüleri ilk dönemlerde “Soyut bir matematik matris’in, soyut bir geometrik matriks ve soyut bir kütle fiziği” habercisi olduğunu belirledi. O zaman soyut ve kuantumsuz yasalar var olmalıydı. Soyut bir kütle ne anlama gelebilirdi?

Soyut sayıların mimarı ve magnetik alanların sihirbazı diye bilinen Zig-Zag kurucularından Heiberg, soyut sayılarla ilgili olarak, Zig-Zag ekibinden Bilaniuk ve Geinberg’i görevlendirdi ve Soyut sayılar araştırılmasına gidildi.

O zamanlar da “TAKYONLAR” teoremi ortaya çıktı. Bu teorem öylesine güçlüydü ki; hem “Gizli değişkenlerin” yerini alıyor, hem BEŞİNCİ BOYUT Akıl’ı ve zihinsel enerjiyi açıklıyor, hem de bizi ALLAH (C.C.) kudretine, meleklerine ve Ruh ile ötesine götüren ARŞ yolunu açıyordu. Takyonları gizli müslüman olan Myron Olexa Bilaniuk, eski Yunan’daki Tachys (Çok hızlı) sözünden aldığını söylediyse de bu sözün aslı Arapça’daki “Tahayyül” yani hayal’den gelmekteydi. Nitekim Takyonların yazılışı tachion değil; Tachyon yani Y iledir. Soyut sayıların ismi de imaginary (Hayâlî) sayılardır.

√-1 gibi bir sayının imajiner (ki biz buna SOYUT sayı diyeceğiz) olmasının ne anlama geldiğini şöyle anlatabiliriz:

Bir insan var ki 60 kilo değil; -60 kilogram. Bir insan var ki 177 cm. değil; -177 cm. uzunluğunda ve bu insanın bir de -200 metrekare evi var. Evinin hacmi ise -3000 metreküb!..

Yani burada ne varsa, orada her şey bunun eksisi!.. Soyut bir sayı, soyut bir uzunluk ya da soyut bir geometridir. Aynı zamanda SOYUT BİR KÜTLE demektir. Bu kütlenin fiziği de soyuttur.

Matematiğin var dediği her şey nasıl ki gerçekte evrende varsa ve bunlar zamanla bulunuyorsa, SOYUT bir kütlenin de bulunması kaçınılmazdı.

Zaten çift çift yaratılışın bir sonucuydu bu karşıtlık! Diyalektik bir düalite ve paralel bir pariter yaratılışın kendisiydi evren!.. Hemen her şey, her yaratık çift; fakat yalnızca yaratan TEK idi.

Soyut kütle bu durumda, bildiğimiz evren cetvel, saat ve terazisiyle ölçülemez!..

Çünkü terazilerimiz sıfır orandan daha aşağısını, örneğin eksi 60 kiloyu ölçemezler!.. Ya da cetvellerimiz eksi 177 santimi ya da soyut bir uzayın eksi kaç metrekare ya da eksi kaç metreküp olduğunu ölçemezler!..

Bildiğimiz SOMUT kütlenin karşısındaki evren SOYUT evrendir. Yani öteki ile bu evren birbirinin aynadaki hayalidir. Einstein aksiyomuna göre bir gözlemci hangi tarafta bulunuyorsa o kendinin gerçeğidir. Yaşıyorsak dünya bizim gerçeğimizdir. Eğer bir karadelikten paralele, öteki ahiret âlemine gidiyorsak o zaman orası bizim gerçeğimizdir.

Diriyken ya da ölüyken ait olduğumuz iki evren de gerçektir. Çünkü “Evrende bütün gözlemcilerin gördüğü gerçektir” ve aynı aksiyomu daha genişletirsek “Evrende olan tek bir olay, mesafe ya da uzayların durumuna (Eksi ya da artı olmasına göre) farklı ya da bakışık görünmektedir”.

Hangi evrendeysek orası gerçektir ve gerçeğimizdir.

İslâm verilerinde cisim evreninden önce “Mücerret Âlemin” yaratıldığı bildirilmiştir. Önce SOYUT madde; sonra somut madde yaratılmıştır. İkisi arasında da “Enerji” sınırı bulunmaktadır. Mücerret, “tecrit edilmiş, soyutlanmış” anlamına geldiği gibi, “yalıtılmış, izole edilmiş, enfüsi, iç kuruluş kâinatı” da demektir. Madde için somut; “madde ötesi madde” için SOYUT terimi kullanırız. Takyon bu soyut âlemin yapıtaşı anlamındadır. Evrenimizi kuantlar; soyut evrenimizi de takyonlar kurmaktadır.

Bilaniuk, soyut kütleyi “Kuantlaştırarak” düşündü. Böylece evreni üçe bölmüş oluyordu: Meramını daha iyi anlatmak için ÖZKÜTLE önermesinde bulundu. Çünkü maddenin asıl kütlesi durgun halinin sonu olan mutlak soğuk derecede ölçülebilir. Işığın da kütlesinin birimleri olan fotonların sabit hızlarının, sıfır hıza indirilmesi halinde kütlesinin sıfır olduğu bulunur. Bu nedenle hızdan arındırılmış olarak “Özkütle” önermesi yerindeydi ve kabul gördü.

Özkütle asıl alındığında, bütün evrenin içeriği, kapsamı ve tutarı üç türlü ana yapıdan oluşmaktadır: Bunlardan birincisi sıfırdan büyük, ikincisi sıfırdan küçük evrenler. Üçüncüsü ise ikisinin arasında sınır oluşturan “Enerji ışıması”dır. Dolayısıyla çift-çift yaratılışa aykırılık bulunmadan, sınır bölge de isimlendirilmiştir. Evrenin üçlü yapısı aşağıdaki referanslardan incelenebilir.

REFERANS – A

TARDYONLAR

Bilaniuk, Heiberg’in isteği üzerine Tard (Püskürük, kovulmuş, üflenmiş, çıkarılmış, sürülmüş veya sürgün anlamındaki Arapça terim) sözünden tardyonları önerdi. Bu bildiğimiz sıfırdan uzun, ağır, büyük her şeydir. Özkütlesi sıfırdan büyük tardyonlar, bildiğimiz evrendir. Madde ve cisimlerin kuantum ve relativite yasalarıdır.

“Arz” cisimlerinin tamamı bu tardyonlardır. Çevrede ne görüyorsanız, her şey bunlardır. Öyleyse, madde, ışıktan küçük hızla giden, sıfırdan büyük bildiğimiz kuantik özkütledir. “Tardyon” yani madde, ışık hızıyla ve mutlak soğuk derece ile kısıtlıdır. Madde-antimadde çift yaratılışı vardır. Madde, çift yönlü kuvvetler etkisindedir (Elektro-magnetizma, güçlü ve zayıf etkileşim kuvvetleri).

Madde üç tane TEK YÖNLÜ kuvvet etkisindedir. Bunlar:

1. ÇEKİM: Ayağımızı yere bastıran, elmayı ağaçtan dibine düşüren ve evreni bir arada tutan tek yönlü kuvvet.

2. ZAMAN: Zamanın ileri aktığı sezgisine kapılırız. Madde zaman enerjisini soğurup, emdiği için zaman geçmişten geleceğe doğru akıyormuş izlenimi verir.

3. TERMODİNAMİK yasalar: Evrenimizde ısı dengelemesi vardır. Daima sıcak olan uçtan soğuk olan uca tek yönlü (tersinmez) bir akım vardır. Bu ısıyı dengeler.

REFERANS – B

LUKSONLAR

Özkütlesi sıfır olan ve hızı tam ışık hızına eşit her şey luksondur. Bildiğimiz ışın kuantları (Radyasyon, fotonlar, elektromagnetik dalgalar ve görünmeyen akımlar) bu ailenin içine girer. (Lukson, Latince’deki “Lux=ışık” sözünden türetilmiştir.) Luxonlar bildiğimiz enerji ve foton kuantlandır. Bunlar ısı ve ışıma biçiminde görüleceği gibi, görünmeyen ve alan kuvvetini taşıyan zımnî fotonlar da vardır. Dolayısıyla ışıyan ve ışımayan bütün radyasyon bu kategoriye girmektedir.

Luksonların sınırı, ışık hızında başlar ve biter. Tardyonları aydınlatan, ısıtan luksonlar, maddeleşmemiş kuantlar demektir. Eğer hiç hareket etmeselerdi onların çekimden de etkilenmeyeceklerini görecektik. Çünkü durgun kütleleri sıfırdır. Ama ışık hızıyla gitmek zorunda kaldıklarından, bir katma kütleleri vardır ve bu çekimde biraz eğrilir. Işık, boyutlara en az uyan, maddeye en az benzeyen yapısıyla çekime karşı da çok az hassastır. Fakat bir karadeliğe yakalanırsa, tam bir çekim mahkûmu olur.

“Işıktan yapılmış uzay gemimizdeki ikizimiz olan pilottan” hatırlayacağımız gibi, luksonlar, zamana da az bağımlıdır. Yani hızlı gittikleri için zamanları genleşmekte, genç kalmaktadır. Tam ışık hızının bulunduğu bölgedeki polarize üçüncü düzlemi ve hiçlik bölgesi de denen katı relativistik bölgede ise zamanın akmadığı düşünülür. O zaman mekân da oluşamaz ve evren orada hiç maddenin bulunmadığı, Öklid’in düz uzayı haline gelmektedir.

Elektron ile aynı aileden olmasına rağmen zaman-çekimden etkilenmeyen nötrinolar da bu bölgede yer alırlar. Kuantların bölgesi olan luksonların sonu HİLBERT uzayında gelmektedir. Dolayısıyla evrenimiz büyük ve küçük HİLBERT UZAYI arasında sıkışıp kalmıştır.

Evren sayısız ışık noktasından yapılmış ve kurulmuştur. Bu ışık tespihçikleri peşpeşe sıralanarak örneğin güneşten dünyamıza, yani gözümüze ulaşıyor ve biz de güneşin aydınlattığını, Ay’ın mehtap yakamozunu, yıldızları ya da herhangi bir lambayı görüyoruz. Kuantum teoreminde Einstein’ın “Foton” adını verdiği bu kuantların örgütlenmesinden bütün evren ortaya çıkar.

REFERANS – C

ÖNCÜ TAKYONLAR

Başından beri işlediğimiz “ARZ” kesimi, tardyon denen madde (cisimler) ile lukson denen enerji (kuantlarını) kapsamaktadır. Biz bunlara kısaca fizik evren, madde ya da cisimler âlemi diyoruz.

Takyonlar ise “Madde ötesi madde” ya da “Cisim ötesi soyut cisim” kâinatını temsil etmektedir. ARŞ’a uzanan yol budur.

Feinberg ışıktan hızlı giden bir enerjinin uzayını bulmuştu. Bilaniuk ise soyut kütleyi matematiksel olarak kurmuştu. Böylece takyonlarda 3 negatif yasa ortaya çıkmıştı.

Birinci negatif yasa, “Işıktan hızlı” oluşlarıdır. Takyonlar ışıktan milyonlarca kez hızlıdırlar. Işık hızına indiklerinde takyon olmaktan çıkar ve kaybolurlar.

İkinci negatif yasa, özkütlelerinin sıfırdan küçük oluşu, uzunluk ve boyutlarının sıfırdan eksi yönde yer almasıdır. Saniyede 450 km. yol alan bir kiloluk eşya, eksi bir kilo olarak görünmez olur. Takyonlara eklenen itici enerji, onları hızlandıracağına frenler.

Üçüncü negatif yasa, zamanlarının tersine akmasıydı. Antievrende ve Negatif Hilbert uzayındaki gibi, zaman gelecekten geçmişe akmaktadır. Nedensellik tersine dönmüştür.

Bilaniuk ve arkadaşlarının kurduğu takyonlar teorisinde “Kuantlaşma” vardı. Dolayısıyla antitakyonlar da önerilmişti. (Kuantlaşma hep “Çift” olduğundan, antitakyonların önerilmesi çok normaldir.) Thouless ve Sudarshan bu konuda spekülasyonlara giriştiler. Antitakyon var ise, bunun da zamanı bizim gibi geçmişten geleceğe doğru akacaktı (Negatif Hilbert uzayı).

Takyonların kurulmasında, “Relativite” gibi çok sağlam ve kanıtlanmış bir teoriye “Aykırılık” vardı. Asimov’un itirazlarına karşı Bilaniuk 1974 matematik analizlerinde, takyonların ışık hızını aşmalarının rölativite (Görecelik) teoremine aykırı olmadığını gösterdi. İki evrenin de hızları birbirine bakışıktı. Bu simetri rölativiteye aykırı değildir.

Buna göre, takyonlar ışıktan milyonlarca kez hızlıdır ama, mutlaka hızlarının bir sonu, bir limiti olmalıdır. Bu son da bizim maddemizin (Tardyon) olduğu bölgenin girişidir. Dolayısıyla en hızlı noktasına gelen bir takyon, önünde kendinden hızlı, bizi yani ışık hızını bulacaktı. Biz de tersine onun hızını en büyük sürat kabul ederiz.

İki taraf da birbirinin hızını ötesinden “büyük” görür. Böylece rölativiteye olan aykırılık ortadan kalkmış olur. İki taraf da kendinden hızlı olarak “öteki” evreni algılar.

“21’inci yüzyıl teorisi” diye nitelendirilen ve bütün kâinatı açıklayıcı olarak düşünülen Takyon teoremi, sadece bu kadar bulguyla donup kalmıştı. Takyonların denel olarak, laboratuarda bulunması imkânsız gibi gözüküyordu. Çünkü insan, rüyasındaki bir eşyayı ne kadar tutabilirse, takyon da o kadar tutulabilirdi.
Takyon teorisyenlerinin büyük çabalarına rağmen, bu geleceği büyük teori, durmuştu, ilerleyemiyordu. O zaman K. M. Allein tarafından bu teoriye yönlendirildim. (*)

(*) Öncü takyon teoremlerinin, teorik tıkanmasını ve hipotetik duraksamasını gidermek üzere, (Heiberg’in halefi Karl M. Allein) konunun yenileştirilmesi ve derinleştirilmesi için yazarımızı görevlendirdi. Böylece Hiper Simetri teoremi içinde “Aiberg Takyo-dinamiği” kuruldu (Tachyo-dynamics). Bu o kadar görkemli bulunmuştur ki, yazarın ismi verilmiştir. Hiper simetri, 4 boyutlu uzay-zaman ve on boyutlu bütün “uzay-zaman-zihin”i kapsamakta, Esîr’i açıklamaktadır (Aiberg Etherodynamics/ Esir dinamiği). Esîr dinamiğini yöneten (Geometro-dinamik ortak yasalar) kuantlâşmamış (Kalifiye ve kalite olmuş; Nitelikli) Kualitum-mekaniği ile açıklanabilir.
Süper simetrinin sadece fizik evren açıklamasına karşılık, HİPER SİMETRİ on boyutlu gerek fizik gerekse madde-ötesinin engin iklimlerine açılan bütün kâinatı açıklayabilmektedir.
Gizli değişkenlerin mekanizması (Cosmo-osmos-compansating) bilinç (Akıl, zihin) boyutu, Süper uzay (Misal âlemi), Hiper uzay (Mutlak misal âlemi), Horn Hole (Tüneller, Esir) ve Corn Hole (Sur Borusu) bir bütün hâlinde evrenleri ortaya çıkarmaktadır. Böylece ARŞ’a doğru bilimin tırmanması ve yönlendirilmesi amacı başarılmıştır. İleri bilgiler için SÜPER UZAY-TÜNELLER BÖLÜMÜNÜ okuyabilirsiniz. Ayrıntı ise bu kitabın ardındaki “Arz’dan Arş’a; Arş’tan Allah’a” bandımızda yer alacaktır.

KESİM : 80

FEINBERG UZAYI

“Mir’acın ilk adımı”

Öncü takyon teoremine, evren çapında bir “Genelleme” yapmam istenmişti. Bu, özel relativite teoreminin “Genel Relativite” teoremine büyütülmesi kadar zordu. Bütün kâinatı açıklayacak olan “Genel takyonlar” teoremi için öncelikle, Feinberg uzayına eğilmem gerekiyordu.

Feinberg’in uzayı, takyonların evreni olup, ışıktan hızlı bir bölgede kuruludur. Başkaca da bir bilgi de yoktur. Sadece Takyonların ışıktan hızlı olduğunu biliyor, onlara ışık hızından itibaren start veriyoruz.

Bilaniuk, öncü teoremini kurarken, “Kuantlaşmış takyonları” düşünmekle şartlanmıştı. Kuantlaşmış her şey çekim etkisine girer. Dolayısıyla Feinberg uzayı da kapalı, kısıtlı görünüyordu. Bilinen tek dayanak, ışık hızının takyonların tabanı olduğuydu.

Tavanı belirsizdi. Ama o da kapalı bir evren olduğu için, belki bizim evrenimiz kadar, sonluydu.

Teorem burada tıkanmıştı: İki evren de birbirine eşitti ve zıt paraleldi, tıpkı antimadde gibi… Bir de antitakyonlar işin içine girince, teori iyice bağlanmıştı.

O zaman ikinci bir sınır, tavan aradım. Takyonların “Durma” noktası ışık hızıydı da, en hızlı oldukları limit hangisiydi?

Bilaniuk, Takyonların ışıktan hızlı olmalarının rölativiteye aykırı olmadıklarını bulmuştu. Bu durumda bir takyon ışıktan milyarlarca kez hızlı olabilirdi ama, onun da bir son hız limiti vardı. Bu son hız limiti ise, bizim hareketsizlik dediğimiz “Mutlak soğuk” derecenin altında kalıyordu. Bu noktaya gelen bir takyon için daha büyük hız, bizim evrenimize geçmek ve ışık hızıyla gitmek olacaktı. Bulduğum sonuç, mutlak soğuk dereceyi de sınır yapmıştı.

İki evren de birbirini “Kendinden” hızlı görüyordu. Böylece iki sonsuz birbirini sıralayabiliyordu.

Hız ve relativite için geçerli olan, bu Bilaniuk-Geinberg bulgusu, aslında onların gözünden kaçmış genel bir ilkeydi: Örneğin aynı şey Takyon ve tardyon (Madde) termodinamiği için de uygulanabilirdi.

Madde evreninde, “En sıcak” olayı yoktur. Yani bir şeyi ne kadar ısıtırsanız ısıtın, sonunda akkor bir plazma olur ve yapabileceği son hız “Işık hızı = 300 bin km.”dir. Daha çok enerji vererek bu hızı aşmak mümkün değildir. O halde ışık hızı, birinci sınırımızdır (Tavan Limit).

Olaya tersten baktığımda, evrende en düşük hızın hareketsizlik olduğunu gördüm. Böyle bir sınır da tabanda vardı: Mutlak soğuk!.. Maddî evrenimiz bu tavan-taban arasında yer alır. Ya madde ötesi takyonlar?

Takyonlar için “Mutlak soğuk” tabanları olan ışık hızıdır. Burada takyonların hareketsizliği başlar. Bunun ötesinde “Mutlak sıcak” bir tavan limitleri olmalıdır. Çünkü iki tarafın da termodinamiği birbirine aykırı gelmemelidir.

Evrende mutlak soğuk denen “En büyük soğuk derece” gibi bir de en büyük “Sıcak” yani mutlak sıcak olmalıydı!..

Bunlardan birini İslâm verileri “Zemheri” diye vermişti ve mümkün olan en soğuk derecedir. Diğeri ise -273,16 °C’dir. Buna kısaca “Sıfır Kelvin derece” de deniyor. Bunu belirleyebiliyoruz ama, mutlak sıcağın belli bir derecesi yoktur.

En sıcak “Cehennem” ile ölçülebilirdi ki, böyle mutlak bir sıcak derecenin ne anlama geleceğini Kur’an’dan buldum:

Bu en sıcak derece ise, bizim en soğuk derecemizin altında kalmalıydı: Örneğin -1 Kelvin ya da -274 derece… (Evrende bu derece termodinamik üçüncü yasasına göre elde edilemez.)

Nasıl ki en uzak ile en yakın evren noktaları bir karadelik ile bir adımda, sıfır saniyede birleşebiliyorsa ve nasıl ki en küçük evren ile en büyük evren aralığı aynı yerde (Hilbert uzayında) birleşiyorsa, şimdi de EN SICAK İLE EN SOĞUĞUN AYNI YERDE BİRLEŞTİĞİNİN isbatını yapmıştım!..

Bulduğum sonuca inanamadım ve kuşkulandım. Neyse ki KUR’AN ve hadisler [?] hemen yol gösterdi:

Cehennemin en üst tabakası en az azap verecek ortamdı. Burada azap “Zemheri soğuğu” biçimindeydi. Bu tabaka, son mü’mîn de azap sonrası burayı terk edince söndürülecekti. Üst tabakanın azabı “Şiddetli” bir soğuk biçimindeydi. En alt tabaka ise tam tersine “Aşağıların en aşağısının da en aşağısı” olan mutlak sıcak dereceydi.

Mutlak soğukta maddenin hareketi durur, kristalize olur ve artık madde buz tutarak biter gider. Elektron dönemez ve çekirdeğe yakalanıp nötronları oluştururlar.

Takyonlarda (şiddetli sonsuz özenerjinin) maksimum değer evrenimizin mümkün olan en soğuğunun, imkânsız ötesindeki (-1 Kelvin) dereceydi. (*)

(*) Bu, Cehennem’de görevli bulunan Zebani denen meleklerin ateşten niçin etkilenmeyeceklerini de gösteriyordu. Onlar Nur’dan ve cehennem Nar’dan (Fusion ve fission) yapılmıştır. Nur sonsuz özenerii olmakla birlikte; nar, sonlu enerjidir ve bu da maddî varlıkla birlikte oraya taşınır. Yani insanlar günah yakıtlarıyla yanarak, cinler de aynı yakıtı yakarak azap göreceklerdir. (Hidrojen ve Helyum gazlarının biri yanıcı biri yakıcıdır.) Enbiya-29’da ise “Meleklerden her kim ‘ben de varım’ derse onun ateşle cezalandırılacağı” vardır. Dolayısıyla bir Melek yanmasının tanımı bildiğimiz ateş ve cehennem kavramlarıyla açıklanmaz. Çünkü bir takyonu iterseniz hızlanacağına yavaşlar. Dolayısıyla bir meleğin ateşle cezalanması da tersine bir mekanizmadır. Zig-Zag öğretisinin Arz-Arş serisinin üçüncü bandı “Can- İnsan”, dördüncü bandı “Cin-Şeytan” ve beşinci bandı “Melek-müekkil”de, okuyucu Kur’an’ın bu yöndeki tefsirlerini eşsiz ilk ve tek olarak bulacaktır.

KESİM : 81

HILBERT – FEINBERG ELELE

Büyük buluşma

Bulduğum ikinci kusur da, evrenin “Üçe ayrılmasıydı”. Tordyon-Lukson-Takyon diye bir üçlü sacayağı oluşturmanın aykırılığı vardır ve işleri çıkmaza sokar.

Böyle bir sacayağı yerine “İkili” kutup tercih etmek evrenin doğal yapısına uyuyordu. Yaratılış ve kozmolojisi “Tardyon-Takyon” ikili kutbu ile açıklanabilirdi. Luksonlar ise arada bir sınırdı, yüksüz bölgeydi… Bir mıknatısın iki kutbu, Karadelik-Akdelik ikileminin Hünnes-Künnes kutupları gibi… Üçüncüsü ise sınır, duvar ya da “Nötr bölge” anlamına gelir. Yani luksonlar, mıknatısın iki kutbunun tam ortasındaki çekimsiz bölge gibidir. Bir mıknatısı ne kadar bölerseniz bölün, tek kutup değil; çift çift çok kutuplar, yani ayrı mıknatıslar elde edersiniz.

Luksonlar denen kuant bölgesi de sınırdır sadece… Artı ve eksi orada sıfırlanmıştır. Aynı şey elektron-pozitron yüklülerinin dışında bir de nötr elektron gibi davranan “Nötrino”da vardır. Artı yüklü proton ile eksi yüklü elektronun birleşmesinden de yüksüz “Nötron” doğar. Bütün “Luxonlar” yüksüzdür.

Cisimleşmemiş, ışıma hâlinde kalmışlar ve maddenin tavanını oluşturmuşlardır. Bu tavan ise bir sınırdır. Bu sınır Feinberg enerji atlamaları uyarınca kendiliğinden aşılabilmektedir. Luksonlar içinde “foton kuantları” denen ışık ailesi küçük bir yer tutar. Aslında çoğu ışımayacak kadar soğuktur ve hepsi de elektromagnetik radyasyon değildir.

Evrendeki artı (Sıfırdan büyük) bölgeyi madde ya da cisimler (tardyonlar) oluşturur. Uzayımız bir küre biçiminde olduğundan, yüzeyi sınırlıdır ve bir tur atarak, yola çıktığımız yere geri döneriz. Öncelikle evrenimiz kısıtlıdır. Dolayısıyla madde fiziği de kısıtlıdır.

Fiziğin kısıtlılığı, “ışık hızıyla mutlak soğuk arasında” sıkışmaktan doğar. Madde fiziğinin sınırları bu ikisiyle, Hilbert uzayının başladığı bölgede biter. Kısacası evrenimiz ölümlü bir hapishane gibidir. Aynı şey Takyon için de düşünülüyordu.

Kuantlaşmış ve dolayısıyla çekim altında kapanmış ve kısıtlı olmuş bir takyon evreni (Feinberg uzayı) da bakışık bir hapishane gibiydi. Oysa bu Termodinamik tavana (Mutlak soğuğa) aykırıydı.

Bulduğum “Mutlak sıcak” dereceye, küre gibi kapalı bir takyonlar bize tıpatıp eşlenik değildir. Evrenimizin kısıtlılığına inat, onların enginliğinin sonu gelmez. Fizik evrenimiz tabanda mutlak soğuk; tavanda ise ışık hızı arasına sıkıştırılmıştır, bir mezar gibi küçüktür. Bir kaşık su dışında kalan dev bir okyanus vardı dışta…

Takyonlar nasıl kuantlaşır ve nasıl çekim ile büzüşür? Böylece sonlu bir uzayda yaşıyorlarsa farkımız neydi?

Eksi (soyut) kütlenin “Çekim etkisine girmediğinin” matematik kanıtını yaptım. Dolayısıyla Feinberg uzayı “Küre=Riemann modeli” değil; semer biçimindeki “Lobatçevski” uzayı ya da Öklid levhası benzerindedir. Yani açık evrendir ve bir daha başladığınız noktaya dönemeden sonsuza açılırsınız.

Çekim etkisine girmeyen bir takyon da kuantlaşamaz. Hem takyonların kuantik parçacık olduğu nereden çıkmıştı? Burada bir aksaklık vardı.

Bunu kontrol ettiğimde, Feinberg uzayının, bildiğimiz Hilbert uzayı ile aynı olduğunu, başka başka isimler aldığını gördüm. Çünkü Takyonların yaratılış tavanı, evren dışındaki asıl kâinat ve tabanı ise Hilbert uzayıydı. Aslında ikisi de Hilbert uzayıdır.

O zaman kuantlaşmayan, çekim etkisine girmeyen bir TAKYON UZAYI gerekiyordu. Böylece kapalı, dar bir uzayla değil; Hilbert Uzayı ile açıklanacaktı takyonlar…

Çekim etkisiyle bir uzay büzüşür. Fakat takyonlar, uzayı büzmediği gibi tam tersine gererler, eğriliği düzeltirler. Böyle bir uzay, kenarları olmayan sonsuz bir evren olmalıdır. Burası eksi bölgedir ve engindir: Bizi dışımızdan kuşatan ve içimizde her noktada yer alan Hilbert uzayını kapsamalıdır. Işık hızı ve mutlak soğuk derece arasındaki dar hapishanemizin dışında kalan bütün kâinat Takyonların engin uzayını oluşturuyordu, hem de tam özgürlükte!

Örneğin gözümüz, zengin bir dalga boyu gamında minicik bir bölgeyi (7 rengi) görür. 7 milyar renkten yalnızca yedisini görürüz. Bunun üstündekileri radyo dalgası olarak duyar; altındakiler de koklarız. Beş duyunun ötesindeki bu 7 milyar, 77 katrilyon renk içinden bize sadece yedisi düşmektedir. Beş duyu yerine beş milyon duyumuz da olabilirdi.

Evrenimiz mutlak soğuk derece ile ışık hızı arasına sıkışmış çok dar bir hücredir, kapalı bir küredir. Ama bizim dışımızda yani mutlak soğuğun berisinde ve ışık hızının ötesinde öylesine nice 7 milyar duyuya hitap eden evrenler vardı ki, neye benzediğini bilmeden, sadece “Soyut Evren” diyoruz.

Feinberg de uzayının “Ne” olduğunu bilmiyordu. Gerçekten enerjinin sıçramasına bakarak, bir “Makro fizik uzayı” bulmuştu ve Relative teoremini geçersiz kılmıştı bu yeni uzayında…

Hilbert de, “Mini fizik uzayını” bulmuştu ve bu uzayda da “Kuantum teoremi” geçersizdi.

İki uzayın birbirinin aynı olduğunu bulmamı “Sandalye=İskemle” ya da Takunya=Nalın” gibi düşünebilirsiniz.

Madem ki Feinberg-Hilbert uzayı aynı şeydir, o halde Feinberg uzayının sakinleri olan Takyonların da “Kuantlaşmaması, yani enerji noktacıkları olmaması” gerekmez miydi?

KESİM : 82

AİBERGSCHE TACHYO-MECHANİSMUS

Genel Takyon Teoremi

Bilaniuk öncü teoremini kurarken, takyonları kuantlaştırmakla şartlanmıştı. Öyle ki, bundan Feinberg, Geinberg, Sudarshan, Thouless gibi teorisyenler bile kuşkulanmamış, hatta, antitakyonları kabullenmişlerdi.

Hilbert uzayını iyice tanıyordum. Feinberg uzayı ise ışıktan hızlı olan takyonların matematik evreni olarak bulunmuştu. Bu iki uzayın birbirinin aynı olduğunu matematiksel olarak gösterdim (On boyutlu uzay-zaman-bilinç bileşiminden oluşan Ayberg uzayı uyarınca).

Mini-mini Hilbert uzayı ile Feinberg uzayı aynı şey olduğuna göre, her iki uzayda da kuantlaşma olamazdı. Çünkü takyonları oluşturan sonsuz özenerji, orada kuantlaşamaz (noktasal değil, bütündür). Dolayısıyla “Çift kuanta bağlı bir çift parçacık” üretimi yapamazlar. Kuantlaşmanın olmadığı yerde antitakyon üretimi beklenemez.

Antitakyonlar yalnızca bizim evrende geçerli olabilir. “Özel takyon teoremi” olarak yer alabilirler. “Genel Takyonlar” teoreminde kuantlaşma olamayacağından, teoremim antitakyonlara dayalı değildir.

Antitakyonlar, (Feinberg enerji durumlarının ışık duvarını sıçramasıyla) evrenimize, frenlenerek girmiş parçacıklardır. Bunların da zamanı bizimki gibi “Geleceğe doğru” akacağından bir olağanüstülük sezmeyiz. Böyle bir antitakyon, fizik evrende yer alır. Bunlar kayıp kütlenin Evrendeki karanlık maddenin tamamı olabilir: Gölge madde, kayıp diziler, görünmeyen aksiyonlar, fotinolar ve en önemlisi de nötrinolar!..

Takyon ile antitakyonun birbirini yok etmeyeceğini, nötrino-antinötrinolardan da sınayabiliriz.

Olası bir antitakyonun, karşıtı takyon ile rastlaştığında birbirini yok etmeleri tartışmasının temelden yanlış olduğunu anlamıştım. Çünkü yarı madde; yarı takyon olan nötrino-antinötrinolar bile birbirini yok etmezken, onlardan daha soyut olan takyon (ve antitakyon çiftinden) yok olma hiç beklenemezdi.

Madde ile madde ötesinin “Ortak malı” olan nötrinoların “Yarı-Takyon” olmaları, onlara niçin “Hayalet” dediğimizi açıklar. Hayalet nötrinolar, fizik evrenimiz ile bunun ötesi (Hilbert-Feinberg uzayı) arasında kaypak ve esnek olarak bekliyorlardı.

Ya spinleşerek bize geliyorlar, ya da tersine geriye kaçıyorlardı. Olası bir antitakyonun adayı olarak nötrinoları önerirdim ama, kuantlaşmayan ve globular davranan takyonların antisini varsaymak bize zaman kaybettirir.

Takyonların limitlerini belirlemiştim. Madem ki, onların da taban-tavanı vardı, buna göre, “İki tip takyon” da olmalıydı. Doğrusu işin içinden çıkamadığımda hep Kur’an’ımı ve İslâm verilerini karıştırır ve bunun her zaman yararını görürüm.

Madde-enerji evreninde her şey çift çifttir. Fakat dar bir bölgede yer alan antitakyonlar evrensel olamadıkları için, takyonların çift olması yasaklanmış, yerine “Çok-kopya” olayı gelmiştir.

Buna rağmen İslâm verilerimizde iki önemli Takyon ip ucu verilmişti. Bunlardan birincisi “MÜCERRET ÂLEM (Soyut kâinat) cisimler âleminden (Somut kâinattan) ÖNCE YARATILMIŞTIR” rehberidir.

Bu bilgi takyonların nedenselliğinin ters çalıştığını anlatıyordu. “Hangi âlem önce yaratılmıştır?” diye soran birine, ışıktan hızlı olanın önce yaratıldığını fizik hemen ispat eder.

Işıktan hızlı olan şeylerin saati bizim tersimize çalıştığından, öncemizde yer alırlar. (Takyonlar yola çıkmadan amaca ulaşırlar.) Dolayısıyla Soyut evren (Mücerret âlem) her cisimden (Arş, Arz) önce yaratılmıştır.

Takyonlar hakkında bir diğer rehber de “Mücerreteyn” idi… (Arapça gramere göre, “Neyn, eyn” eki sona gelir ve bir çift anlamındadır. İsneyn, Zülkarneyn gibi… (Zülkarneyn = İki-boynuzlu demektir.)

Mücerreteyn sözünün matematik analizine girdim ve “Aiberg Enerji-Bilinç eşdeğerlilik formülüne göre” bir çift takyon kurgusu ortaya çıktı:

1, Kütleli, fakat enerjisiz takyonlar.
2. Kütlesiz, fakat enerjili takyonlar… (*)

(*) Piyasadaki bazı kitaplar, bu bulgumu yanlışlıkla Srynkoff’a [* Syrnkoff] mal etmişlerdir. Takyonların iki tipini bulan Benim; fakat bunların nasıl ışıyabileceğini araştıran asistanım ve öğrencim Srynkoff’tur [Syrnkoff].
Zaman boyutu dışına çıkarak bilinmezleşen ve zaman boyutunu ters yönde alarak takvimlerini (Ayetler uyarınca, bir günün bin yıl ve 50 bin yıl olduğu relativistik) büyüten takyonlar diye de bu tasnifi ayırabiliriz.

[*] Aiberg’in işaret ettiği kitaplarda, “Tachyon veya Syrnkoff ışınları” olarak geçiyor.

[*] Cerenkov [ Çerenkov / Çerenkof / Cherenkov ] (MAVİ) ışıması bulunmuştur, ispatlanmıştır. SRYNCOFF ışıması ise daha HİÇ bulunmadı/gözlenmedi. Ama PHİLADELPHİA deney tayfaları O YEŞİL IŞIMAYA yapışıyorlar.. Bu yeşil ışıma (Srynkoff) Cerenkov’dan farklı olarak MAVİ‘yi ANTİMAVİ gösterir. (Buradan bakınca yine mavi > çivit mavisi) Bu yeşilin bir yansıması da bildiğimiz kutup ışıklarının YEŞİLİ’dir. Yedi renk ışıyan polar ışımanın tam ORTASI yeşil renktir. (Kaynak: Hv.Aiberg)

KESİM : 83

NEGATİF İVME

İvmesizlik

Işık hızında maddenin kütlesi sonsuz olur. Dolayısıyla, madde enerjiye dönüşerek, kütlesini sonsuzdan sıfıra indirir.

Mutlak soğuk derecede ise maddenin öz kütlesi sıfır olmalıdır. Dolayısıyla bu kez, enerji maddeye dönüşerek, kütlesini sıfırdan sonsuza çıkarmaya çalışır (Nötron yıldızı-karadelik yoğuşmasının nedeni).

Takyonlarda da bu dönüşüm vardır: Enerjisi sonsuz kütlesi sıfır (Yani ters yönde en büyük kütle) olan takyonlar ve enerjisi sıfır (Mutlak soğuk derecede) kütlesi sonsuz (Eksi yönde sonsuz) olan takyon dönüşümleri.

Mutlak soğuk derecenin bir derece altı, bir takyonun en sıcak derecesidir ve dolayısıyla kütlesi sonsuz olur. O zaman kendisini maddeden nur enerjisine (Sonsuz özenerjiye) çevirerek kütlesini sonsuzdan sıfıra getirmeye çalışır.

Işık hızının milyonlarca katı olan hızının sonunda ise takyon maddenin kütlesi sıfır olduğundan; enerjisini maddeye çevirerek kütlesini sıfırdan sonsuza çıkarmaya çalışır.

Takyonların iki tipinin bir benzeri de evrenimizde vardır. Evren ilk yaratılış patlamasıyla “İki tip” içerik ve tutara dönüşmüştü. İlki bildiğimiz maddî cisimler, ikincisi de görmediğimiz kuvvet alanları.

Büyük patlamadaki toplam enerji böylece varlıklar ve alanları olmak üzere ikiye ayrılmıştı.

Madde ve onun kuvvetlerine hâkim olan denklemlerimizin iki bileşeni vardır: Bunlar büyük patlamada birbirinden ayrılmış olan evren ve gölge evrendir. İkisi de bağımsız evrimleşir. Tek ilişkileri “Çekim”dir.

Evrendeki parçacık-kuvvet ikilemi; gölge evrende de vardır.

Evrenimizdeki bu olgu, takyonlarda da vardır. Üstelik hesaplarıma göre, SOYUT EVREN bizden önceki yaratılışında da BÜYÜK BİR PATLAMA İLE açılmış olmalıdır. Bu soyut evren daha sonra zamanda ters giden antimadde evreni ile aynı paralele girmiştir.

Böylece takyonların enerji-kütle tiplerini çizebilmiştim. Takyonların da limitlerini çözebilmiştim.

Takyonlar Hilbert uzayındaki o sonsuz özenerji parçacıklarıdır. Yani somut ile soyut’un sınırlı Hilbert uzayı tünelleridir.

İki evren arasında BERZAH vardır. Bu darboğaz ya da kıstak anlamına gelen sözcük çok önemlidir. Ayetlerde yer alır.

Takyonların hızı ışığın milyonlarca katıdır. Ama en düşük hızları ise, (onların mutlak soğuk derecesi olan) “Işık hızı” dır. Bir takyon ışık hızında durur ve donar. Buna karşılık bizim “Mutlak soğuk derece” altındaki inanılmaz cehennemi sıcaklarda ise çok hızlanır. (-275 derece gibi bir soğuk aslında cehennem sıcağından da sıcaktır.) Bu çelişkinin nedeni, takyonların TERS TERMODİNAMİK yasalarıdır.

Biz bir maddeyi itiyorsak hızlanır. Örneğin bir kayayı ittiğimizde, kaya önce bize eylemsizlik kütlesiyle karşı kor, fakat biz onu daha fazla kuvvetle ittiğimizden hızlanır. Bir şeyi ittiğimizde hızlandırırız, bu bize çok doğal gelir.

Oysa soyut bir kayayı (Takyondan oluşmuş bir kaya) ittiğimizde hızlanmaz; TERSİNE YAVAŞLAR. Onu sonsuz bir kuvvetle itsek bile o kaya öylesine yavaşlar ki, sonunda durur ve biz hiç bir şeyi durmaktan öte yavaşlatamayız. Hareketsiz olan daha fazla hareketsiz yapılamaz.

Kısaca Takyonlar, ittikçe yavaşlayan, hız enerjisi aldıkça hareketsizleşen bir yapıdadırlar. Bir takyon roketine tepkili motor itme değil, durma etkisi yapar. Takyon evreni için “motor-makina” gibi araçlar gerekmiyor, çünkü bir takyon için enerji gerekmiyor. O enerjimiz olduğunda hızlanır. Öyleyse, takyon enerjisi sıfır olduğunda sonsuz kütleye sahip olur. Fakat bu sonsuz kütlenin bittiği bir yer vardır: Mutlak soğuk derece!.. İşte İKİ BERZAH’tan ilki budur!..

İkinci BERZAH ise bir takyona o kadar enerji verdiğimizde hızlanacağı yerde yavaşlayıp durması sınırıdır ki, bu da ışık hızı sınırıdır.

Berzah’ın fizik yorumlarından biri budur. Berzah ters ve düz akıtabilen bir boğaz (TÜNEL) ‘dir. Kütlesi sıfırdan büyük olan madde yasaları, kütlesi sıfırdan küçük olan takyonlarda ters işlerlik ve işleve sahiptir. Bu nedenle “soyut eşyayı” (takyonu) ittiğimizde hızlanmaz, yavaşlar. Buna ivmesizlik denebilir. Tetiği çekersek silah patlamaz! Roket fırlamaz, otomobile konan benzin aracın yakıtı değil; freni oluverir. Ok, yaydan fırlamaz. Melekleri öldüremeyiz!..

KESİM : 84

BİRİNCİ TAKYON YASASI

Bilim tersine dönüyor

Takyonların “Her fizik ilkemizin ve yasamızın tersine hareket ettiklerini” tespit ettiğimde teorik tıkanıklık giderilmişti.

Genel takyon teoremi için, genel bir ilke geliştirdim: Evrenimizdeki ne kadar fizik yasası ve denklemi varsa hepsini bir paranteze alıyor, sonra da bu parantezin önüne bir eksi (-) işareti koyuyordum.

Böylece ışıktan hızlı gitmenin bedeli olan “Tersine takyon mekaniğini” oluşturuyordum. Kısacası takyonlar tardyonların negatif cebir işareti olan paralelidir. Bildiğimiz ve çevremizi kuşatan, somut cisim ve madde adına ne kadar yasa oluşturmuşsak, bunların negatifi Takyon dinamiğidir. Feinberg, Geinberg ve Hilbert uzayına giren her şey takyondur ve buradaki bütün fizik ilkelerimizin ters-yüz hattâ alt-üst edilmesiyle takyon mekaniğini öngörürüz.

Bu iç-dış ediş sayesinde onları kolayca kavrayabiliyoruz. Görmeden, hipotetik olarak düşlemekle birlikte bildiğimiz bütün yasaları ve prensipleri tersindirerek Takyon fiziğini kurabiliyoruz. Böylece hem akıl; hem de “Gizli değişkenlerin” TAKYON fiziko-matematiğinden geliştiğini ileri kesimlerde göreceğiz.

Genel takyon teoremini oluştururken, tıkanıklığı açmak için itiraf ederim ki, yine Kur’an’dan yararlandım: Eksi bir insan olarak düşündüğümüz birisi “MELEK” olabilirdi. Bu yüzden Melekler ve Nur konusundaki Kur’an verilerinin içinde buldum kendimi…

Melekler, bilinçli takyon varlıkların ta kendisiydi. O zaman Bilaniuk’un negatif yasalarını, meleklerin kıstası olarak inceledim. Birinci yasaları ışıktan hızlı olmaları doğruydu. Bu, “Düşüncenin ve gizli değişkenlerin” de hız mekanizmasını açıklıyordu. Allah’ın bir gününün, bin yıl hatta 50 bin yıl olması da Takyonların hızını doğruluyordu.

KESİM : 85

ŞAHDAMARINDAN YAKIN ARŞ

Kumdan küçük, Kâinattan büyük
Şahdamarmdan yakın,
Arş’tan uzak

İkinci negatif yasa da doğruydu: Işıktan hızlı olan her şeyin özkütlesi sıfırdan küçüktür. Yani takyonlar, “Cebir skalası”nın eksi bölgesinde yer alırlar. Bu bölge sıfırdan başlayarak, “Eksi sonsuza” doğru büyür, dolaşır!..

Şimdi bir takyon-adam düşünelim: (Bu bizim ışık hızını aştığımızdaki durumumuzdur.) Ağırlığı -70 kg, boyu -170 cm. olup, eksi 200 metrekare bir evde oturuyor ve evinin hacmi da “Eksi 6000 metreküp” dersek bu ne ifade eder?

Cetvellerimiz ve terazilerimiz, daima sıfırı en küçük kabul ederek sıfırdan büyük (Artı) değerleri ölçebilir. Bir terazi asla sıfırdan küçük bir tartıyı ölçemez. Eğer bunu yapabilseydik, “Aşk, düşünce, heyecan, rüya, hayal” gibi soyut ağırlıkların da birer negatif ağırlığı olduğunu bulurduk. (Böyle bir terazi, yalnızca “Mizan” adıyla Ahret âleminde vardır. Günah-sevap gibi sıfırdan küçük ağırlıkları ölçebilmektedir ki, “günahların ağırlığı ve vicdan yükü” budur.)

Bir kitabın ağırlığını ölçebiliriz. Ama içindeki fikirlerin ağırlığını değil. Kalbimiz ve beynimizin ağırlığını ölçebiliriz. Fakat kalbe düşen aşk ile beynindeki düşünceyi ölçemeyiz.

Bilincimiz de vardır: Diyelim ki, eksi 70 kiloluk tıpatıp kendimizdir. Onun da ölçümünü yapamayız (fakat cesedin eksiği olan bilinci de bir cenaze töreninde ibretle fark ederiz).

Yine benzeri bir problem soralım: Bir kum tanesi mi; yoksa bir eksi kafdağı mı daha ağır ve uzundur?

Boyut söz konusu olduğunda, soyut bir dağ, somut bir kum tanesinden daha ağır ve uzundur. Ama onun ağırlığını terazilerimiz ölçemez. Kantarlarımızın işi, sıfır (son sayısında) biter ve soyut sayıları göstermezler.

Şimdi “Melekler düzeyinden” bir soru soralım: Eksi bir kum tanesi mi yoksa eksi trilyarlarca km. boyunda ve bir o kadar ton ağırlığında melek mi daha ağır ve uzundur?

Bir meleğin boyu, bir insandan ters yönde trilyarlarca km. olsa bile bizim cetvellerimiz ölçümleyemez. (Cetvellerde soyut sayı dizgesi yoktur.)

Atomdan küçük saydığımız, aslında, 7 gökten büyük bir melek, “Mikroskobik” sayılabilir mi?

O Melek bir kuant noktasından küçük, boyutsuz ve kütlemiz midir; yoksa evrenimizi patlatan aknoktadan ağır, evrenden büyük müdür?

Meleklerin bizim mini-Hilbert uzayında kaldığını düşünerek boyutsuz olabileceklerine ihtimal vermek safdillik olur. Çünkü Hilbert uzayındaki evrenin en küçük aralığına giren bir kimse, bunu aşınca, evrenin dışına en büyüğe çıkar, 7 göklere tepeden bakabilir.

Hilbert uzayı en küçüğün en büyüğe açıldığı (veya ikisinin birleştiği) uzaydır. Bizi hem içimizdeki her noktadan temsil eder, hem de dışımızdan sarar, kavrar!..

Arş taşıyan meleklerin, Arş-Arz arası sonu gelmez milyarlarca ışık yılı uzunlukta olduğu fezayı boydan boya kapladığı tarzındaki bildirime bilim de katılıyor.

En küçük ile en büyüğün de aynı yerde olması bizim için şaşırtıcıdır ama fiziko-matematik olarak mümkündür. (*)

(*) Tüneller ve Süper Uzay bölümünde, bu şaşırtıcı matematik ispatları sunacağız. Banach ve Tarski, bir portakalı dilimledikten sonra, ister atomdan küçük; ister evrenden büyük bir top halinde yeniden birleştirebileceklerini gösterdiler. Borges ise “Elif” denen sonsuz-ötesi noktasında, bütün evrenin tek bir nokta olarak temsil edilebileceğini gösterdi. Hilbert ise kendi uzayında kuantlaşma olmadığını, mini bir şeyin, birden bütününe, için-dışına; bireyin toplumuna çıktığını gösterdi. Melekler de Hilbert uzayının en küçük limitinden itibaren, logaritmik eksponensiyal artışla bir hiyerarşi içinde dizilirler. Buna göre, Arş kesimindeki melekler, inanılmaz dev boyutlara erişiyorlar. Tabii bu “Eksi yönde ve eksi ağırlıkta” olmak şartıyla…

KESİM : 86

ÜÇÜNCÜ TAKYON YASASI

“Mele-i âlâ” yi dinlemek

Üçüncü negatif yasa da doğruydu. Söz konusu Takyon yasası, tıpkı antievren ve Negatif Hilbert uzayındaki gibi, zamanın tersine akmasıdır.

Işık hızına doğru saatimizin yavaşladığını; tam ışık hızında durduğunu ve ışık hızını aşınca da “Geriye doğru” çalışmaya başladığını hatırlayalım.

Işıktan hızlı takyonların da zamanlarının gelecekten geçmişe doğru yaşandığını görürüz. Zaman oku tersine dönmüştür artık.

Takyonların “Zaman enerjisi” saçan bir esîri boyut oldukları da ortaya çıkıyordu. Biz onların yayınladığı “zaman enerjisini” soğurarak, soluyarak yaşamaktayız.

Zamanları ters olan takyonların nedenselliği de tersine döner: TEPKİ, etkiden önce gelir. Öncelik “Sonuç”; sonralık “Neden” biçiminde sıralanır. (*)

(*) Zamanın akma yönünün ters dönmesini önceki kesimlerde iyice işledik. Takyonların iki türü vardır: Birincisi kuvvet alanı (Esîr) yapı; ikincisi ise “Varlıklar” olan takyonlar… Esîr içinde zaman enerjisi üretimi yapılır. Burada zaman boyutu elzem değildir. Ama varlık olan takyonların zamana bağımlılığı vardır. Takyon bir varlık önce yaşlıdır, sonra giderek gençleşir. (Negatif Delta uzayında) ya da zamanın teğet olması dolayısıyla, zamandan kısmen münezzeh olur. Her halükârda da nedensellik tersine döner. Işıktan hızlı oldukları için, kendilerini var eden nedenden de önce yer alırlar, dolayısıyla takyonlar yola çıkmadan amaca ulaşırlar. Okuyucu, karadelik tekilliklerinde, “Yola çıkmadan önceki kendimize, dönüşte rastladığımız” biçimindeki nedensellik tersinmesini hatırlayacaktır. Zaten bu nedenle takyon evreni (Mücerret âlem) kendi evrenimizden önce yaratılmıştır.

Takyonlar; bizim nedenimizden önce yer almaktadırlar. Yani biz bir şeyi daha düşünmeden, o şey zaman içinde gerimize gidiyor ve daha düşündüğümüz sırada o şey tahayyül alanımızda beliriyor.

Hatta geleceğin geçmişle haberleşmesi denen gizli değişkenlerle gelecekten geçmişe, “sonucun, nedenden önce iletilmesi” olayıdır. Rüyalarımızda (rüya sandığımız bir rüyette) kehanet mekanizmamız kader ile haberleşir.

Örneğin yıllarca sonra bir anı hatırlayarak, “Ben bu anı yaşamıştım” ya da “Rüyamda görmüştüm” diyebiliyoruz. Bu bize hem kaderin geleceğimiz olarak bizi hazır beklediğini gösteriyor; hem de “İleride” olacak bir sonucun, geçmişimizde bize kehanet yoluyla malûm olmasıyla “Sonucun, nedenden önce yer aldığını, kader örgüsünün yola çıkmadan amacına ulaştığını” anlıyoruz.

Cin sûresi (ile başka sûrelerde) de, gökler yasaklanmadan önce “Cinlerin gökteki bazı “Dinleme yerlerinden” semavî olayları (geleceği ve evrendeki olaylara dönük gaybî bilgiler) haber aldıkları bildirilmiştir.

Bu mekanizma, “Melekleri” dinlemek olarak belirlenmiştir. Meleklerin zamanı gelecekten geçmişe aktığı için, bir meleğin mazisi, geçmişi, geleceğimizde yer almaktadır. Varlıklar yaşamış oldukları geçmişi bilir; geleceği bilemezler.

Bu mekanizma tersine döndüğünde, bir meleğin geçmişi, bir olayın geleceği oluyor. Melekler evren bilincini temsil ettiklerinden, her fizik olayın oluştuğu yerde, hemen evren bilinci hazır oluyor. Bir başka deyişle; olacak olay, yola çıkmadan amacına ulaşıyor. Cinler geleceği (olacağı) Meleklerin geçmişinden öğreniyorlar.

Cinlerin bu mekanizması onlara yasaklandı. “Dinleme mevkilerinde” kendilerini izleyen, bekleyen ve gözetleyen “Sert bekçi” dedikleri kozmik Şıhablar vardı.

Şıhablar oraya gelen cinleri yakıyordu. Demek ki, gökteki böyle dinleme mevkileri vardır. Bunları ayırt etmek için, bilim Kozmik Primerlerin kaynağını bulunca o mekanizma keşfedilecektir.

KESİM : 87

DÖRDÜNCÜ YASA: LEVİTATİON

Meleklerin uçması

Takyonların başka negatif yasalarını da bulmuştum: Bu tespitler, teorik tıkanıklığı giderdikten başka, atağa kaldırmıştı. Hatta bulgularım beni aşmıştı.

Dördüncü negatif yasa olarak yerçekiminin tersinmesini tespit ettim. Eksi ya da soyut kütle yerçekiminden etkilenmemelidir. Çekim, sıfırdan ağır kütle için geçerlidir. Kuantlar dahil hemen her noktayı büyüklüğü oranında etkileyen çekim, Hilbert mini uzayında önce ortadan kalkar, sonra da ters-yüz olarak işbaşı yapar.

Takyonlar, karadelikler dahil, hiç bir yoğun çekimden etkilenmez. Işıktan hızlı oldukları için kurtulma hızı sorunları yoktur. Çekimi hiç hissetmeksizin, karadelik tekilliğinden istedikleri paralel evrene çıkabilirler.

Takyonların kütlesi sıfırdan küçük ve eksi olunca, eksi bir elmanın yerçekimine bağlı olarak yere değil; yukarı düşmesi gerekmektedir. Bu bir merkezkaç kuvvet olayı gibi düşünülebilir. (Merkezkaç kuvveti çekimin tersine çalışır.)

Irmakları baş yukarı akan, ağaçları ters duran bir “Cennet” haberinden ters-çekimi görebiliriz. Cennetliklerin dilerlerse “Uçabilecekleri” belirtilmiştir. (Ayetler ve hadisler [?])

Yine âyetlerden, meleklerin Arş’a (bize göre bin yıl tutan) bir günde ya da 50 günde yükseldikleri açıklanmıştır.

Çok önemli bir İslâm verisi de “Meleklerin semaya huruç ederken, yani yükselirken, kuşların tersine kanatlarını kapadıklarını” bildiriyordu. Bütün bunlardan çekimin ters döndüğünü, takyon nesnelerin “Göğe düştüklerini” çıkarıyoruz. Bunu da “Kuşların tersine, kanatlarını kapamalarından” anlıyoruz. (*)

(*) Kuşlar kara hayvanıdır, yorulduklarında ya da vurulduklarında normal olarak yere düşerler, yere konmadan yaşayamazlar. Kuşların uçması, kanatlarını açarak, rüzgârın kaldırma gücü ile yerçekimine direnmeleri yeteneğidir.

Takyonun (meleğin) tabiatında “Uçmak” vardır. İnsanın yürümesi ya da yere basması ne kadar kolaysa, onların da uçması o kadar olağandır. Çünkü çekim (Gravitation) terstir (Antigravitation). Bu da paranormal havalanma olaylarındaki “Levitation” ile eşit yasadır. Çekimci dalgalarımızın tersine, soyut kütle (Takyonlar) itimci ya da ters çekimci dalgalar olarak nitelenebilir. Çekimde uydu, uzaydaki bir cismin (Güneş, dünya vb.) merkezini hedef seçerek oraya düşmeye çalışır. Fakat Levitation denen “Uçma” ters çekim ise başka bir yeri “düşme” seçer: ARŞ!..

KESİM : 88

MELEKLERİN ÇEKİM MERKEZİ

Arş’a uçuş

Arş, evrende cisim olarak en büyük, en düz, en üstte olan “Nurlu ve Esîr denizi üstünde” ilâhi bir yapıdır. Arş’ın hem nuru hem de gölgesi olduğu bildirilmiştir. (Gölgesi, bir karadelik benzerindeki “Arş’ın nuru melekleri yakmasın” diye 70 bin karanlık örtü diye anlatılmıştır.) Evrende dönmeyen tek şey Arş olup gerçek sabit referans (Başvuru) sistemidir.

Arş tabanında LEVHİ-MAHFUZ ve nuru vardır. Levhi Mahfuz’da hiç bir şey eksik olmamak üzere, bütün varlıkların (kuantların bile) “Kişisel kaderi, bireysel determine yazgısı” kalemle programlanmıştır.

Levhi Mahfuz, yer-gök ve aralarındakiler ile yeraltındakilerin tümünü kapsamaktadır. Bu nedenle, orada varlıkların (somut her kuantın, bilinen-bilinmeyen, noktasal ve büyük varlıkların, soyut olan her özün, meleklerin, ruhların, takyon bireylerinin) bir karşılığı vardır. Bu karşılık, (ileride göreceğimiz) tünellerle oraya bağlanmaktadır. Tüneller sanki iletişim kablolarıdır.

Dolayısıyla her bir takyon, kendi tünelinden Arş’a düşmektedir. Arş, düz olduğu içindir ki bir ortak çekim merkezi değil; herkesin bireysel bir çekim merkezi olan tünel içinden, Levhi Mahfuz’daki yerini bulan bir özel çekim koridoru vardır.

Arş’ın düz olduğu muhtelif âyet ve hadislerde bildirilmiştir. Bu düzlüğün Öklid bir uzay olduğunu, “Arş’ın dört direği” olduğu beyanından anlamıştım. Kabaca bir masa biçiminden bunu sezebiliriz. Böyle bir biçim “Hacım” içermekte, Öklid’in düz evrenine tamamen uymaktadır. Üstelik Arş’ın dört direği mekânın dört boyutunu da bildirmektedir.

Arş’ın NUR’u sonsuz özenerji olup, Takyonik bir akdelik (Daha doğrusu devasa dörtgenden oluşan Nur-katman) niteliğindedir. Akdelikler, soyut maddeyi yutmakta, yani çekmektedirler. Bu en büyük AKDELİK, melekleri “YUKARI” çekmektedir. Her öz de, kendi asansör tünelinden, Levhi Mahfuz’daki kişiye özel, belirli çekilme noktasına düşmeye çalışır. Özellikle uyku, düş, hipnoz, ölüm, koma vb. gibi durumlarda “Soyut kütlemiz olan takyon bilincimiz” oraya doğru kolayca çekilir. O halde bilinç ve melekler birer TAKYON varlıklarıdır.

O zaman meleklerin “Tersçekim” denen antigravitation ya da Levitation (Havalanma olayları) yasalarına bağlandığını görüyoruz. Onların uçması en tabiî davranışlardır.

Öyleyse, bizim “Ölümle” yani -70 kilo olarak öteye geçmemizle, “Uçucu” olmamız, zamanda ölümsüz olmamız, yeme içme zorunluluğu olmaması normal bir fizik yasası değil midir?

Kuantlaşmamış bir eksi bedenin artık kuantik, atomik olması ve dolayısıyla hücrelerden ve organlardan kurulması gerekir mi? O zaman orada bildiğimiz (emanet ve ağırlığı sıfırdan büyük bir) bedene ne ihtiyacımız var? Zaten o beden istese de oraya gidici değil. (*)

(*) Bugün bilim birçok aletiyle ve aracıyla insanların bir “Enerji çizgisinden oluşan” sıvı, bulutumsu ve tamamen ışık çizgilerinden oluşmuş “DUBLE BEDENLERİ olduğunu kanıtlamış ve resimlerini çekmiştir”. Dileyen okuyucu bu belgeleri piyasadaki ilgili kitaplardan ve bizim yayınlanacak serimizden edinebilir. Örneğin insandaki NEFS (Nefis, can, özbenlik, süperego) bedeninin fotoğraflarını KİRLİAN fotoğrafçılığıyla ilgili üçüncü bandımız “Can-İnsan”dan bilgi edinilebilir.

Ölümsüz insan (Asıl insan) kendi ruhunun kalıcılığıyla ölçülür. Bilincimiz de bir TAKYON varlıktır. O halde meleklerle muhatap olabiliriz. Hz. Azrail’den başlayarak, Münkir-Nekir gibi sorgu meleklerinden devamla hep meleklerle muhatap olacağımız yine İslâm verileri içinde yer alıyor. Demek ki, (-60 kiloluk) bizler bu ölümle birlikte öteki evrene, oradaki eksi meleklerin bulunduğu yere ulaşmış, onlarla özdeşleşmiş olacağız.

Böylece bizim de, ahretin eksi boyutlarından oluşmuş bir bedenimiz var: Yemiyor, içmiyor, (Zikir ve fatihadan başka gıdası yok) [?] üremiyor ve ölerek ölümsüzlüğe doğmuş olarak, (gerçek ölümsüzlüğünü kazanacağı) kıyamet sonrası bedenlenmesine hasret bekliyor!

Somut diye tanımladığımız ve çevremizde gördüğümüz bu madde ve cisimler evreni gerçekten sonlu, küçük ve ölümlüdür. Kapalı bir evrendir ve geçicidir.

Oysa “Soyut” diye hiç umursamadığımız asıl yönetmen ve otorite olan Soyut evren; (Takyonların mücerret âlemi) sonsuz büyük, ölümsüz ve açık bir evrendir. Kendi evrenimiz o okyanus yanında bir kaşık su gibi kalır. Orası açık ve sonsuzun sınırlarını zorlayan bir enginliktir. Ebediyet (Benginlik) ile enginlik kardeştirler.

Üstelik orada yeniden bedenlenmeyle bu taptığımız maddeden de nasibimizi alacağız. En güzeli de ölümsüzlük umudu olacak. Çünkü kıyametin karadeliğinden yutulup, akdeliğin SUR BORUSUNDAN bir kez daha yaratılacağız. Bu kozmik reenkarnasyonla ölümsüzlük denen özgürlüğüne kavuşacaktır varlıklar… Ölüm ve Kıyamet bir daha olmaksızın…

***

“Allah göklerin ve yerin Nur’udur. O’nun nuru içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır, bu ne doğuda ne de batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmezse bile neredeyse, yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstüne Nur’dur. Allah dilediğini Nur’una kavuşturur, Allah insanlara örnekler verir. O herşeyi bilir.” (Nur-35)

BÖLÜM – 7

NUR VE MELEKLER

KESİM : 89

BEŞİNCİ TAKYON YASASI

Nur kudreti

Takyonların beşinci negatif yasası ise “Termodinamik” yasaların tersine dönmesidir.

Bu, itiraf ederim ki, bildiğimiz bütün kutsal fizik ilkelerini yerle bir ediyor. Ateş gidiyor yerine NUR doğuyor. Bu Allah’ın Nur’unun emanetçileri olan ruh, gerçek insan (bilinç) ve melek gibi varlıkların yapısıdır.

Zaman ve çekim gibi, “Termodinamiğin” de akma yönü TEK YANLI’dır. Bunun tersine çevrilmesiyle “SONSUZ ÖZÜNLÜ ENERJİ İMPULSMOMENT KUDRET ETKİSİ” gibi uzun isimli bir dinamik ortaya çıkıyor. Bu, Kur’an’ımızda kısaca “NUR” diye verilmiştir. Meleklerin de tutarlılığını belirler. Allah CC.’nun da isimlerinden biridir. [NURÜN ALA NUR]

Tardyonu oluşturan enerji “Nar” ve takyonu oluşturan enerji de “Nur”dur dersek, ne demek istediğimiz ortaya çıkar.

Kuantların türediği “Hilbert Uzayında” saklı bulunan “ETKİ” denen kudretten çokça söz etmiştik. Bu Etki ya da İmpulsmoment kuvvet denen kavram, bir enerji değil; enerjinin kuluçka makinesi ya da yaratıcısıdır. Fizikteki “SONSUZ ÖZENERJİ” bulgusunun kendisidir.

Sonsuz özenerji, “Üstün kütle, üstün enerji, üstün yük ve teksir ile kopyalama gibi” inanılmaz işler başarır.

Takyon yasaları bizimkinin tersi olduğu için “ısı ölümü” söz konusu değildir. Öte evrende, termodinamiğin üç yasası ve entropi olgusu tersyüz olmuştur. Orada ısı ölümü yoktur. Sadece “kıyamet korkusu” vardır.

Isının kendisi tüketilmez; ÜRETİLİR. Bir kayayı ittiğimizde hızlanır. Takyon bir kaya da itildiğinde yavaşlar; itilmediğinde (eylemsizliğinde) ise tersine hızlanır. Bu tuhaf bakışıklığın nedeni enerjinin tüketilmeyişidir.

Takyonlar enerjinin kendisini üretirler. Kayayı itmeye kullandığımız enerji, bizim bildiğimiz enerjidir. Oysa bir takyonun enerjisi bunun tersidir. Negatif bir enerjiye, bildiğimiz pozitif bir enerjiyi kattığımızda cebir işlemi yüzünden bir fark doğar ve kaya hızlanacağına bu fark nedeniyle yavaşlamış olur.

Böylece iki tip enerji olduğunu görüyoruz: Bildiğimiz enerji tam sayı (1) dir. Bu harcandıkça kesirleşip küçülerek sıfıra yaklaşmakta ve ısı ölümüyle bitmektedir.

Öteki enerji (1) ise, giderek artmakta ve 2, 4, 8, 16 … sonsuz büyümektedir.

Oysa ısı artmamalıdır, eksilmezdir. Evrende ısının böyle artması için, evrenin genişleyeceği yerde daralması (Tayfın mor bölgeye kayması, galaksilerin yaklaşması) gerekmektedir. Evren eski ısısına kadar büzüşse bile, bu ısı tam sayıdan fazla artmaz, başlangıçta neyse ona eşit olur (Enerjinin sakinimi yasası).

“Öteki enerji” dediğimiz ETKİ ise sürekli artmaktadır. Bu söz konusu enerji sakınımı yasasına ve fizik alışkanlıklarımıza ters gelmektedir.

Oysa olay aslında basittir: Enerjinin biri sonludur ve NAR adını almaktadır. Ötekisi sonsuzdur ve NUR adını almaktadır. Biri azalırken diğeri artar. Ama “Artan bir enerjinin, sonsuz özünlü enerji termodinamik problemi” vardır.

REFERANS – A

NAR ENERJİSİ

Enerjinin akma yönü, sıcak uçtan soğuk uca doğrudur. Yani iki uç arasında ısı farkı varsa, onu dengelemek için bir akım doğar ki bu da “HAREKET”tir. Termik dengeleme hareketi olduğu için adına “Termodinamik” denmiştir.

Bir metal çubuğun bir ucunu ısıttığımızda, sıcaklığın hep orada kalmadığını (akkor hale gelmediğini), önce soğuk uca da ısıyı ilettiğini görürüz. (Katılardaki termodinamik dengelenme=Kondüksiyon ile iki uç birbirine ısıca eşitlenip durur.)

Sıcak çubuğu dışarı bırakınız, soğumaya başlayacaktır. Çünkü bu kez kendi sıcak, çevresi soğuktur ve ısısını tüketecektir. Genişleyen evren, başlangıçtaki trilyarlarca dereceyi, şimdi -270’lere kadar hovardaca harcamıştır.

Isının, hava ve sudaki sirkülâsyonu ise Konveksiyonel termodinamiktir. Yani katılardaki gibi ısıtmak için bir karşılık bulamayan sıvı ve gazlar, konveksiyon ve sirküler akımlarla sistemi ısıtırlar ve ısı dengesi kurarlar.

Güneş ışığının bizi ısıtması ise uzayda önünü kesen bir şey olmazsa, dünyamızın yüzeyi önünü kestiği için ısı ve ışığını iletmek biçimindedir. Bu tür bir termodinamik dengelemeye “Radyasyon” denmektedir.

Termodinamiğin “Isı dengelemek” görevinde olduğunu anlıyoruz.

Evrenimizin termodinamik denen ısı dengeleme olayı da çekim ve zaman gibi tek yönlü bir yasadır. Örneğin sobanın verdiği ısıyı sobaya geri çevirip yeniden kullanamazsınız. O artık tükenmiştir.

Enerjisiz hiç bir sür-git makinesi yapamazsınız. Çünkü enerji azaldıkça hareket durur. Böylece kaçınılmaz bir kayıp olur. Termos içindeki sıcak kahve de eninde sonunda dışarının ısısıyla birleşir ve ideal bir termos yapamazsınız.

Evren de kapalı bir termostur. İçindeki ısı, evren genişledikçe bir sobanın çok geniş bir alanı çok az ısıtması gibi ısı kaybı olmaktadır. Yani evren nurluyken kararmakta; sıcakken soğumaktadır ve sonunda mutlak soğuk derecede buz tutmak zorundadır. Buna evrenin ısı ölümü diyoruz.

İşte termodinamik, çok sıcak uçtan az sıcak uca (soğuk uca) ısının TERMİK DENGELENME akımı yasasıdır.

Sıcaktan soğuğa bu tek yanlı akıma karşı direncimiz sayesinde yaşarız. Sobayı yakınca ısınırız, fakat ısının genel ölümüne giden yolda “Entropi” denen düzensizlik yaratırız.

Bizler kışın hava soğuk ise, enerji alır ve bunu yakarak vücut ısımızı korumaya çalışırız. Ya da soba yakarız. Yani soğuğa karşı bizler “Evrenin ısısını” tüketip, karşı koymaya; enerjisinden çalarak, soğuğuna direnmeye çalışırız. Bu da ısı kaybını, evrenin toplam sıcaklığını biraz daha öldürür. Çünkü dışarıdan bir “ISI İTHAL” edemeyiz. Isı kapalı bir termos olan evrenin içinden çekilip alınmaktadır.

Bir maddenin kütlesi sıfırdan büyükse, termik ısı ölümüne gitmektedir ve ısı azaldığı için de sonunda pil bitmekte ve evren ölüme aday olmaktadır. Yani evren kapalıdır, evrenin dışından bize ısı gelmemektedir. Dolayısıyla evren ısı ölümüyle ölecektir. Isı denen şey ise bildiğimiz enerji tespihçikleri olan kuantlardır.

REFERANS – B

SONSUZ ENERJİ GÜÇLÜĞÜ

Sonsuz özünlü enerji ise “Nar” yerine “Nur”u açıklar. Fizik, bu enerjiyi kuantum matematiğinden bulmuş ve şaşırmıştır. Çünkü enerji hep hercaidir, azalır, biter ve yerine gelmez. Ama bu “Sonsuz öz enerjinin” indirgenemez bir enerjisi vardır ve arttıkça artar. İşte buna biz meslekte “İntrinsic güçlük” diyoruz. İntrinsic impuls (etki ya da moment de denir) hiç bilinmeyen bir kudrettir, açıkçası Nur’dur ve maddeye tapınan fizikçinin de başının belasıdır.

Kuantum teoremi sırasında “Elektronun” niçin foton gibi bir serbest ışık zerreciği olacağı yerde, bir atom oluşturmak üzere protona bağlandığını sorarız. Yani elektronun duran bir dalga haline gelmesini Kuantum fiziği de açıklayamaz.

Elektronun çapını 2,7 değeriyle ölçeriz. Eğer bundan da küçültürsek, karşımıza bir noktasal kuant çıkar. O zaman da elektron bir küre olmaktan çıkar, boyutsuz nokta olur. Elektronun bu durumda, enerjisi sonsuzlaşır ve özünleşir (İntrinsic). Artık asla kudreti hiç bitmez ve soyut uzaya, takyonlara yönelir. Elektronlar ile nötrinolar aynı ailedendir. Sanki nötrinolar, yüksüz bir elektrondur. (Teorime göre) Ve elektron-pozitron çifti ise yüklü nötrinolardır…

Elektronun, ardındaki sonsuz özenerjiyi “Enerji seviyeleri olan bir küre” içinde temsil ettiğini söyleyebiliriz. Soyut uzaydan fışkıran bu enerji yapısı, yani elektron kabuğu, sanki atomun zarıdır, bir hücre zarı ya da insan derisi gibidir. Özel mülk alanının tapu sınırı gibidir.

Elektronun bir duran dalga olarak atom evrenimizde rol aldığını biliyoruz. Fakat elektronun çapını verilen değerinden küçültürsek, onun noktasal ve asla enerjisi bitmeyen, sonsuz özünlü enerjik bir temsilci olduğunu görecektik.

Elektronla ilgili şahsî tespitlerime göre, elektron aslında bir TAKYON’dur. (Dolayısıyla pozitron da antitakyondur. Nötrino yüksüz elektron ve antinötrino da yüksüz pozitrondur.)

Feinberg, enerjinin bir durumdan ötekine, arada ışık hızı duvarına değmeden, dolaysız atlayacağını ispat ettiğine göre, elektron, bir takyon zerresinin evrenimize atlamış biçimi olmalıdır. Bunlar kararlı ve yerleşik oluyorlardı.

Denebilir ki, dolaysız evrenimize geçebilen bir elektron, kendi TÜNELİNİ oluşturmaktadır ve bu da elektron kabuğu (Küresi) biçiminde ortaya çıkmaktadır. Elektronun çapını küçük kabul edersek, o zaman noktasal bir parçacık olarak sonsuz öz enerjili olacaktır. Elektronun çapı izafidir. Belirsizlik ilkesine göre ölçülememiştir.

Oysa diğer sonsuz özenerji parçacıkları, zorunlu olarak ışık bölgesinden geçmektedirler. Örneğin kâinattan gelen ve Kur’an’da “ŞIHAB” diye bildirilen kozmik primerler, sonsuz öz enerjinin bir göstergesidir ve gökleri dinleyen cinlerin de başının katmerli belâsıdır. Şıhablar, kuantum fiziğindeki “Hiperon” rezonans parçacıklarının en aşırı hâlleridir.

Hilbert uzayındaki enerji ne kadar güçlüyse, mesafe de o kadar dar olacağı için, parçacığın da ömrü sıfır saniyeye doğru kısalır. Hiperon kanalı, böyle dehşetli bir kanaldır.

Bunun kararlı kanalı Baryon-Nükleonlarıdır. Onun altında ise, “Mezon” tüneli bulunmaktadır. Bu da kararsız olduğu için, bir alttaki “Lepton” yani elektron ve nötrinoların yer aldığı kararlı kanala geçer. Buraya kadar maddeyi oluşturan kuantlar ortaya çıkmış olur. En aşağıdaki son kanal ise fotonlarıdır (Alan kuvvetleri, fotino, aksiyon ve dizi parçacıkları da dahil).

Fotonların çoğu ışımaz, bir kısmı da ışır. İşte bu özellik, bize “Aşağısının yıldızlardan ibaret bir süsle” donatılmasının bir başka yorumunu getiriyor. Foton kanalı en aşağıdadır. Çoğu karanlık, bir kısmı da yıldızlar gibi ışıyan parçacıklardır.

KESİM : 90

NEGATİF TERMODİNAMİK

Ebedi enerji

Takyonların ne olduğunu anlatmak için, şimdiye kadar işlediğimiz “Termodinamik yasalarını” ters çevirebiliriz. Soyut kütleyi oluşturan enerji azalmayacak, tersine artacaktır. Bir sür-git makinesi yapılır ve sonsuza kadar, bir kere çalıştı mı durmak bilmez. Hatta bir makine iki tane olur, dört tane olur ve bu kez hepsi birden çalışırlar, hiç durmazlar…

Bir tarafta ölümlü bir enerji; öteki elde ise ölümsüz, giderek çoğalan ve entropisi de negatif olan sonsuz özünlü enerji… Aslında ikisi eşit, eşlenik, değildir. Sonsuz özünlü enerjinin, kuantik bir sonucu olarak bildiğimiz enerji ortaya çıkar. O da maddeyi oluşturmak üzere yoğuşur. Madde bu operasyonda en altta kalmıştır. “Aşağıların aşağısının” bir diğer yorumu da maddedir. Sonsuz özünlü enerjiyi “Bilinç” yönetir. Böylece sonsuz özünlü enerji de bildiğimiz enerjiyi yönetir. Bildiğimiz enerji ise maddenin efendisidir. Maddeci olmak için ya karacahil, ya da mantıktan nasip almamış olmak gerekir.

Öyleyse biri NEGATİF diğeri POZİTİF diyebileceğimiz BİR ÇİFT ENERJİ var. Pozitif dediğimiz enerjiyi biliyoruz ve sık sık anlattık. Negatif dediğimiz enerjiye de “ETKİ” konusunda yaklaştık: “ETKİ”, pozitif enerjimizi (KUANTLAR biçiminde) saklandığı Hilbert uzayından buradaki Planck uzayına üfürür.

Pozitif ve negatif enerji, birbirinin antisi, bakışığı değildir. Anti çiftlerde “İkiz kardeşlik” zıt özdeşlik vardır. Oysa Negatif enerjimiz ile (onun kuantik değer sonucu olan) pozitif enerjimiz arasında “Efendi-köle” ilişkisi bulunmaktadır: Nur efendi; Nar köledir. Nur hiç sönmez; Nar sönmeye adaydır.

Asıl “Etki” eden ve “Nedeni” oluşturan o kudret, sanki dev bir okyanustur. Komutan odur ve bizim enerjimiz onun fâni bir sonucu, tepkimesi olarak okyanusta bir damlası kadar yer tutmaz.

Mini-mini bir Hilbert aralığından, sadece bir tek AKNOKTA salındı. Bu aknokta patlayarak açıldı ve birden sütün kabarması gibi şişti. Evren dediğimiz ve bir türlü sınırlarına varamadığımız her şey o minicik aknoktanın içindeydi.

O tek parçacık, boyutsuz bir noktaydı ama içeriği evren kadar ağırdı ve trilyarlarca derece sıcaktı. İşte, oradan türedik. Fakat o tek parçacığın (o boyutsuz dediğimiz AKNOKTA kuantının) tutarı olan pozitif enerjimiz nereden gelmiştir?

Hilbert uzayındaki bir tek tünelden… Evren aknoktası çok çok büyük bir enerjiden, bir tek nokta tutarındaki evren süper uzaydan kaçmıştı. Bu tek nokta dört kuvvet alanları ile fizik evrenin parçacıklarını türetti. Evrendeki enerjimiz budur, sonludur.

Ya öteki asıl enerji? İşte o kudret, akıl almaz büyüklüktedir. Ondaki sayısız noktalardır, birinden bir evren türemektedir. Paralel evrenleri de türeten odur.

Hilbert uzayındaki her aknokta odaklanmasından tünel oluşur. Bir evren üfürülür. Oradaki akıl almaz enerjilerden bir noktacık kadarı evren enerjisidir. O bir tek nokta, toplam evrenin içi kadar ağır, enerjisi kadar sıcaktır.

Bu tek nokta, SONSUZ BİR ENERJİ deposunun musluğundan kaçan bir damla gibidir. Ama bu damladan DEV BİR EVREN ortaya çıkmıştır. Böylece o bir tek Aknokta, giderek genişler ve soğur, sonra da sayısız niceliğe yani çokluğa dönüşür.

Demek ki çokluk önce TEKLİK idi… Birleşik Alanlar Teoremi de bu TEKLİĞİ yakalamaya, yeniden o aknoktaya dönerek ötesiyle birlenmek (Vahdaniyet) yoluna girmiştir.

Birlenmiş (EHADİYETE DÖNMÜŞ) aknoktamız ise tamamen BİR BÜTÜN olan SONSUZ ÖZENERJİ’den gelmiştir. O enerji bölgesi ise takyonik, esîrî veya SOYUTTUR. İşte takyonların akıl almaz SONSUZ ÖZENERJİLERİ budur.

Hilbert uzayının içinde gizli olan bu sonsuz özenerji, gelen etkinin (buyruğun) değerine göre kuantlaşarak ortaya çıkar. Demek ki maddenin kendisi özünde “Teklik” içgüdüsü taşır. Madde, yüzeysel geçici bir kuruluştur (Afakî, fanus ya da objektif). Oysa maddeyi kuran, onun yüzeysel “Fanus” olmasını sağlayan “İçsel kuruluş”tur. Bu da sübje, enfüs dediğimiz temel yapıdır. Somutu soyut oluşturur.

Tardyonlar, luksonlardan; luksonlar da takyonlardan içsel olarak kurulmuştur. Yüzeysel olan tardyon ve lukson ölümlü; takyonlar ise ölümsüzdür. Çünkü ölümü saptayan, rızkımız olan enerjinin bitmesidir.

Oysa sonsuz özenerji olan içsel kurgumuzdaki takyonların enerjisi tükenmediği gibi artmaktadır. Demek ki ölümsüzlük ebediyen rızıklanmak doğruymuş!..

Teklikten çokluk yaratılmıştır. Tekliğe Vahdaniyet diyoruz ve çokluğun tekliğe birlenmesine de HÜNNES (Yuvaya dönüş, tekliğe birleniş, paydanın paya katılması) diyoruz.

Bunun tersine tekliğin çokluğa dönmesine de ayrılıklar (Vuslat) KÜNNES diyoruz.

Teklik (Vahdaniyet) ölümsüz TAM SAYI’dır (Enerjinin bir tam sayı değeri).

Oysa çokluk, bu enerjinin kesirleşmesi ve tüketilmesidir. Yani bildiğimiz enerji, Termodinamiğin (1) tam sayısından kaybetmeye başlar. Bunun için “Mobil Perpetuum” denen ideal sür-git (devri daîm) makineleri yapılamaz.

Maddî evren enerjik evrenden kuruludur. Enerjinin efendisi de Takyon (Soyut kütle ya da bilinç boyutu) olduğuna göre efendi çok kudretli olmalıdır. Zaten mesafe protonun çapından ne kadar küçük ise, bu sonsuz özenerji de o kadar şiddetleniyordu.

KESİM : 91

SONSUZ INTRINSIC ENERJİ

“Nur üstüne nur”

Evrendeki bir çift kuantı birleştirirsek, spinlerini yok ederek, BİRLENİR ve Hilbert uzayına kaçarlar. Elektronun değerini küçülttüğümüzde onun enerjisinin bitmek bir yana, daha da çoğalacağını referans bölümde okuduk. Bu enerjinin “azalması” olayının tersidir.

Demek ki, bizler sonsuz bir Kudret’in üç harfinden (Kûn=OL) türedik. Bütün mücerret (Soyut, takyonik) evren ile Arş-Arz dahil bütün cisimler evreni bu üç harfin içinden çıkmıştır.

Bir tek aknoktadan üfürülen bu devasa evrenimiz, fizikteki kapalı sistem yani bir TERMOSTUR. İçindeki enerji, bu termosun sürekli genişlemesiyle bitmektedir. Eskiden milyarlarca derece (1 tam sayı) olan evren enerjisi, şimdi -270 dereceye kadar soğumuştur. Ama bu bizim evrenimiz için, bu termos benzeri hapishane için geçerlidir. Evrenimiz ısı ölümüyle hakkın rahmetine kavuşacaktır.

Türediğimiz ve dışımızda kalan, Hilbert uzayını temsil eden enerji ise, soğumaz, tersine arttıkça artar. Çünkü Takyonların termodinamik yasaları terstir. Bir tam sayının (1) artması birleşik kesir (Payın paydadan daha büyük) olmasıdır.

İki enerji türü, madde-antimadde gibi “Enerji” diye düşünülmemelidir. Tam tersine bakışıklık olmadığı gibi bir de nedensellik vardır. (Eşlenik ve özdeşlerde eşitlik vardır, nedensellik yoktur, ikisi de aynı anda komut alırlar. Biri önce, öteki sonra diye sıralanamaz.)

Oysa NÂR ve NÛR’da nedensellik vardır: Nur, kuantlaşmayan ETKİ-NEDEN enerjidir. Onun kuantlaşmasıyla TEPKİ-SONUÇ enerjisi yani Nar ortaya çıkar.

Evren, (soyut bir maddenin enerjisi olan) sonsuz özenerjiden ortaya çıkmıştır. Bu enerjinin değeri (1) tam sayıdan başlayarak sonsuza kadar büyümektedir. Evrenin yaratılış patlamasındaki ilk anlarda her şey soyuttu, kuantlaşmamıştı, her şey takyonik özellikteydi. Sıfır anında uzay, zaman, enerji, madde ve akla gelebilecek her şey sıfırdan küçük olduğundan (teklikten geldiğinden) SOYUT’tu. Bunun devamı olarak halen uzay modellerimiz SOYUT uzaylardır ve zaman boyutumuz da SOYUT’tur. Dolayısıyla SOMUT bu yaratılıştan önce SOYUT bir dönemdeydik. SOYUTTAN SOMUT çıkmıştır. Somut denen şey, SOYUT NUR ENERJİSİNİN kendisine sığmayıp, kendisinin dışına bize patlamasıdır. Soyut somuttan önce yaratılmıştır. Soyut neden; somut sonuçtur. Soyut etkir, somut tepkir.

Böylece bir tek enerjinin eksi (-) değer aldığında yani sıfırdan küçüldüğünde SONSUZ ÖZENERJİ olduğunu anlıyoruz.

1400 yıl önce bizim sonlu enerjimize NAR ve sonsuz kudret enerjisine de NUR dendiğini şimdi rahatlıkla söyleyebiliyorum.

Nar enerjisinin (bildiğimiz enerji) tersine çalışan Nur yani sonsuz özenerji Hilbert uzayında saklı bulunan soyut bir enerjidir. Bunun için “İinsanların melek (NUR) görmeye dayanamayacakları” bildirilmiştir.

Kaldı ki Hilbert uzayında bulunan bu enerji, sonsuz enerjinin en azı, noktadan küçüğüdür. Buna rağmen evrendeki tüm madde ondan türetilmiştir.

Bu sonsuz özünlü enerji Nötrino denen hayalet enerji süngeri içinde kendini saklamakta, MAGNETİK ALAN olarak hissettirmektedir. Bu magnetik alanın Bermuda, Philadelphia bir karadelik etkisindeki olaylara ne dehşet verici yansıdığını ilk ciltte sunmuştum.

Öyleyse iki evren arasında iki enerjinin iki farklı görünümü vardır: O sonsuz özenerji için ısı ölümü değil tersine “Cehennemleşme” korkusu vardır. Takyonlar görevi verildiğinde Termodinamik yasalarımızın da tersine dönmesine önce ben inanamamıştım, çünkü:

O evrende ısı sıcak uçtan soğuk uca değil; soğuk uçtan sıcak uca gitmektedir. Yani BUZ parçası ATEŞİ desteklemekte, buz ateşi ısıtmaktadır.

Oysa bizde ateş buzu eritir, bunun tersine buz ateşi dondurmaz. Bu bildiğimiz enerjinin değişmez akma yönüdür ve bildiğimiz enerji (Nar) olup, tam sayıdan yarılanarak, tükenmeye, ısı ölümüne gider. Bu teklikten yokluğa zorunlu gidiştir.

Tıpkı bir pilin zamanla bitmesi gibi… Bu pil sonsuz trilyarlarca derece sıcakken, şimdi bitmesine iki buçuk derece kaldı. Pil bitince, evren soğuktan, buz tutup donacak, sıfırı tüketecektir.

Bir anlamda insanın “Topraktan” yaratılması ve “Balçık” yani suyu alınıp, fırınlanmış olması, insanda katı-sıvı özelliklerini vurguluyor. Sanki insan “Yanmış” sonra da “Kül” (Karbon) olmuş şeyin su ile söndürülmüş biçimidir. (Organik maddenin kurgusu Karbon kimyasıdır.)

Cinler ise, organik bir enerji olan “Nar”dan (bizim enerjimiz) yapılmışlardır.

Bu Nar Enerji ise, adı üzerinde “Ateş” olup, sönmemiştir. Sanki Cinler yanan bir ateş ve insanlar bunun külünden soğumuştur. (Cinler yakarak ve insanlar yanarak, Cehennemde birbirlerini karşılıklı cezalandıracaklardır.)

Bundan enerji ve maddenin arasına giren saat farkının kalkarak, orada senkronize-eşzamanlı olacağı sonucu çıkar. Cehennemde Zebani melekleri de yer aldığı içindir ki, NUR’un da senkronize olduğu anlaşılır. Zamanı ileri akan, zamanı geri akan ve zamanı duran her âlem, kozmik bir ayar ile eşzamanlı (senkronize) olacaktır.

İnsanların yanmış, Cinlerin sönmemiş oluşuna karşı, Meleklerin (Nur ve takyonun) ise YANMAMIŞ olmaları gerekirdi. Nur’un bu tanımından “Yanmamış” olduğunu görüyoruz. (*)

(*) Nur sûresi 35’de “Ateş değmezse bile neredeyse yağın kendisi aydınlatacak” pasajının Ledünnî anlamı budur.
“Nur üzerine Nur’dur” aynı âyet pasajının Ledünnî anlamı da, Nur’un eksilmeyen, tam tersine artan yapısını anlattığı gibi ayrıca; Rabbin, Nûr’lar’ın Nûr’u olduğunu belirtir.

Sanki bir tek şey alınmış, üçe bölünmüştür. Biri yakılmamış, diğeri yakılıp söndürülmemiş, üçüncüsü de yakılıp söndürülmüş gibidir… Evrende böyle bir sacayağı vardır: Melek, cin, insan; yani Takyon, lukson ve tardyon.

Tersine çalışan bir termodinamikte, soyut enerji olan Nur’un idealize edilmiş deneyini şöyle canlandırabiliriz:

Soyut (Eksi ağırlıkta) bir takyondan sobaya kül atıyorsunuz ve bu kül odun haline geliyor, yanmamış oluyor. Ölümden hayat çıkıyor sanki… Bu da zamanın tersine çalışmasının sonucudur.

Böylece bir avuç külün, önce bir odun, sonra iki ve sonra da 4-8-16-32-64-128 sonsuz odun olduğunu görüyorsunuz.

Fakat, dikkat edilirse, “TEK ODUNUN” hep kopyasını alıyorsunuz. Bu zamanın tersine çalışmasının sürprizidir. Takyonlarda çevre sıcaktır, soba soğuktur. Çünkü kül (yanmış) odun (yanmamış) haline gelir. Öyleyse odanın çevre sıcaklığı, sobayı ısıtır.

Okuyucu, bu “Bir tek varlığın”, bir taneyken, sonsuza doğru TEKSİR edilerek, mültikopyasının çıkmasını iyice aklında tutmalıdır. Çünkü bu termodinamik ters yasa, bize “MELEKLERİ” anlatacaktır.

Öteki evrende bir tek örnek yaratılır ve ondan tıpatıp sayısız kopya alınır. (*)

(*) Rabbin ordularının sayısını ancak kendisi bilir (Müddesir sûresi) uyarınca, termodinamik kopyalama birimi de 19 sayısına çakışmaktadır. Melekler ile ilgili hiç açıklanmamış ve bilinmeyen âyetlerin tefsirlerini serimizin beşinci bandı MELEKLER’de okuyabilirsiniz.

KESİM : 92

MATEMATİK KATLANMA

“Nur” başlangıç tekilliği; Allah kudretidir

NUR (Sonsuz özenerji) öte yanda tam sayının katları halinde aritmetik katlanırken, onun bize uzantısı olan Nar da “yarılanmakta”dır.

Öteki taraftaki tam sayı katlanması sonsuza açılmaktadır. İlk sayı, birden başlayarak sonsuza kadar katlanıp, enerji birikiminden kopyalar almaktadır, bunun sonu gelmez.

Ama aynı sonsuz özenerjinin, bize Nar diye gelen kısmı ise bir tam sayıdan kesirlenerek azalmakta ve çokluğa bölüştürüldükçe bu sayının sonu gelmektedir. Öteki çokluk katlanarak, buradaki çokluk yarılanarak oluşur. Ötede kopyalanma (türeme) buradaki evrende de (çoğalma) olmaktadır.

Sonsuzdan gelip (1) ‘e küçülen bir sayı, bu kez yarım (1/2), çeyrek (1/4), 1/8, 1/16, bir bölü sonsuz biçiminde ısı ölümüyle tükenmektedir.

Öteki tarafın enginliğine karşılık, bizler sadece (1 ve 0) sayıları arasında sıkışmışız. Buradaki enerji olayları, bu (1) ‘in sürekli yarılanmasıdır.

Oysa öteki yanda bu (1), 2-4-sonsuz olarak kopyayla katlanmakta ve sonu gelmemektedir.

İşte Allah’ın kudreti olan Nur yani sonsuz özenerji’nin ibret verici matematik bir tanımı…

Öteki NUR denen kudret hep artmaktadır. Bu yüzden, “Allah’ın -hâşâ- kudreti bir gün tükenmeye yüz tutar mı?” diye bir kuşkuya kapılmaya da gerek yok. Bilim olarak Allah’ın böyle acze düşürülmesi sonsuz özenerji bulgusuyla yasaklanmıştır.

O çok büyük bir kudret olan Nur, sonsuzluk kulesinin ardında, Arş ötesindeki hiç bilinmeyen mutlak sonsuzlarda ise en büyük sayıya ulaşır. Bunun için Allah EKBER’dir, yani BÜYÜKLERİN EN BÜYÜĞÜ “ALLAHÜ-EKBER”dir; bunun için TEKBİR alırız, yaratanımızı uluğlarız.

Nur’un Arş berisindeki bu şiddeti karşısında bile titrerken, basit bir “Nar”dan canlılar olarak dehşet duyarız, kibrite dokunsak yaygarayı koparırız.

Bir Nar olan enerjiden yaratılan cehennem bile dehşetlerin dehşetiyken, cehennemi bile kül eden Nur’un ne olduğunu bilimsel olarak sunmaya çalıştım.

O NUR, yani sonsuz özenerji kudreti yine de cehennemin alevi değildir. Çünkü içindeki Zebani denen memur meleklerin yaratıldığı NUR orada yanmaz!.. Cehennem alevi “kendimiz”in enerjisidir, günah denen yakıtıdır.

Cehennem sadece “Nar”dır. Bir benzeri de güneşin (Fusion ve Fission denen) takyon evreninde ısınmasının sonuna gelince bu evrene “tam sayıdan kaçan bir minik kesir olarak” sübaptan kaçtı ve bu minik kaçak “Aknokta” olarak patladı. Çünkü Nur enerjisi azalacağına artar, soğuktan sıcağa akar. Bu da zamanın geri akmasının sonucu oluyor. Tersinen çekim ve termodinamiğin akma yönü değildir. Filmin ters oynamasıdır. Bu sıcaklık öylesine artıyor ki, zamanın başındaki BÜYÜKPATLAMA denen o iğne ucu AKDELİK’de birden patlıyor ve ondan artan bizim bu evreni yaratıyor.

Dolayısıyla SOYUT EVREN bizden önce yaratılmış oluyor. Çünkü soyut evren, “DAHA YOLA ÇIKMADAN ÖNCE KENDİNE RASTLAYAN” kimse gibi, YOLA ÇIKMADAN AMACINA ULAŞMIŞ ve EVRENİMİZ YARATILMIŞTI.

Allah (C.C.) ‘ın “OL” dediği anda bir şeyin olup bitmesi “YOLA ÇIKMADAN ÖNCE AMACINA” ulaşmış olmak değil midir?

Negatif enerji olan NUR, fizikte bulduğumuz SONSUZ ÖZENERJİ İMPULSMOMENT KUDRETİDİR. Kur’an’ın bize bildirdiği NUR’dur.

Piliniz azalıp, bitmiyor; tersine bir iken iki, iki iken dört ve sekiz oluyor!..

Sobaya attığınız odun yandıkça yenileniyor ve yeniden yanarken bir odun üç odun oluveriyor. Yakmayı sürdürdükçe de bir tek odununuz bir ton odun oluyor!..

İşte bu bize bir cehennem örneği: Ateş yaktıkça yanan beden ve deri yenileniyor. Çünkü oradaki o ışıktan hızlı yasalar yola çıkmadan önce amacına ulaşarak yenileniyor ve yakıyor. Orada yanan biri ise, zaman içinde bu geriye gidişi nedeniyle yanmışken yanmadığı bir önceki yanmamışlığında kalıyor. O zaman her şey yeniden başlıyor ve ehli cehennem bir daha yanıyor, bir daha yenileniyor, bir daha yanıyor.

Tıpkı şeytanın yaşlanıp gençleşmesi, sonra yeniden yaşlanıp yeniden gençleşmesi olan zamanda ileri-geri gelgit olayı gibi (osilasyonik zaman).

KESİM : 93

MULTYCOPIES

Tıpkıbasım – Teksir yasası

Takyonlar olarak sunduğumuz bütün teori boyunca, takyon gibi mekanik bir kelimenin kendiliğinden varlıklara dayandığını idrâk edebiliriz. Nasıl ki karbon kimyası mekanik bir terim olmakla birlikte, vitalist olarak “İnsan ve Canlı” anlamına geliyorsa, aynı şeyi takyonlardan da bekleriz.

O zaman karşımıza BİLİNÇLİ yaratıklar çıkıyor. Bu bizim ya da bir Cin’in bilinci olabileceği gibi “EVRENİN BİLİNCİNİ” temsil eden MELEKLER de olabilmektedir.

Melekler kavramı altında sunduğum ve yorumladığım, bu ilk ve tek açıklamalarda, isteseydim Melek ismini kullanmazdım. Oradaki “Takyon-insanlar”dan da söz edebilirdim. Bunların göğe doğru çekilmeleri nedeniyle uçtuklarını söyleyebilirdim. Bizler bu “Takyon-insanlara” isim arayacağımıza, onların Yaratanca konan isimleri üzerinde durarak, bilim-din buluşmasının gerçekleştiğini göstermek istedim.

Bilim adamı der ki: “Takyonlar sonsuz özünlü enerjiden yaratılmışlardır.”

Din adamı da der ki: “Melekler Nur’dan yaratılmıştır.”

Açıkça, din ve bilim buluşmamış mıdır? İkisi de aynı şey değil midir?

Rönesans öncesi cahil kilise erbabı “Bir ok’u hedefine meleklerin taşıdığını” söylerlerdi. (Çünkü ivme gibi değişen bir hız onlara akıl almaz gözükürdü. Fakat ivme bulununca) Ok’u hedefe meleklerin götürmediği anlaşıldı. Kendimize “pozitivist” dediğimiz anda, bu kez o okun kuantlardan; kuantların sonsuz özünlü enerjiden yani nurdan olduğunu anlıyoruz. Her fizik olayın olduğu yerde “Evren bilinci=melekler” hazır olduğuna göre, “oku yine melekler hedefine götürüyor” demek zorunda kalacağız!

Çünkü o okun “Soyut, eksi boyda ve eksi ağırlıkta” bir görünmeyen, ölçülmeyen takyon kopyası var. Ok hedefine gitmeden önce, o hayali ok gidip hedefi buluyor ve arkasından da asıl ok bu izsürümü üzerinden geliyor. Cam hayalen kırılıyor ve taş geliyor. Sonuç, nedenden önce geliyor!..

Nur dediğimiz Sonsuz özünlü enerji’nin, bir ETKİ-NEDEN kudreti olarak nerede gizlendiğini soruşturalım.

Bu enerji, evrenin üçüncü düzleminde (ya da mekânın dördüncü boyutunda) saklıdır. Her şey çift çift yaratıldığına göre, evrendeki polarite ve polarize yasalarını hatırlayalım: Biri çift kutupluluktur; diğeri ise düzlemin faz farkıyla “TEK” iken ikileşmesidir

Bir de dipole olayı vardır ki, işte bu, bize evrenin saklı olan “Üçüncü düzlemini” haber vermektedir.

Elektrik ve magnetik alanlar, iki düzlem halinde çakışıktır. Ama istenirse, dipole antenlerdeki gibi, birbirine DİKGEN olarak ayrılabilir.

O zaman, elektrik alan düzlemi bizim evrenimize teğetleşirken, magnetik alan düzlemi de buna dik bir biçimde “EVREN ÇAPI” doğrultusunda yer alır. Bu doğrultu aynı zamanda TÜNELLER dediğimiz dördüncü mekân boyutudur, evrenin 3. düzlemidir.

Sonsuz özünlü enerji işte orada “Esîrî” olarak bulunmakta, azalacağına artmaktadır.

Bizdeki Nar enerjisinin azalması “Lineer=doğrusaldır” ama oradaki artma lineer değildir. İki boyutlu bir cebir olan MATRİS matematiği biçimindedir. Yani ardışık sayılardan olan bir tek boyut değil; eni ve boyu olan bir MATRİS karesi (Vefk) biçimindedir.

Bu iki boyutlu cebirde, kolon, sütun ve köşegen olmak üzere üç yön vardır. Sayılar öylesine ahenkli dizilir ki, bunların üç yönden de toplamı hep aynı sayıyı verir. Dolayısıyla ardışıklık yoktur.

Tüneller ve esîr konusunda ayrıntısını sunacağımız bu iki boyutlu matris cebir, üç boyutlu geometrik matriks (kalıp) hâline sokulabilir. Buna dinamik fizik de eklenince “Geometro-dinamik” ortak bir yasa oluşur. O zaman bir takyon varlığın “Biçimi” ortaya çıkar.

O evreni tek boyut gördüğümüz sürece melekleri noktasal olarak algılarız. Fakat iki boyutlu bir matris kurduğumuzda resimlerini ve üç boyutlu bir matris kurduğumuzda da üç boyutlarını alırız. Artık nokta, resim değil; KANATLI yaratıklardır ve özgün biçimleri vardır.

KESİM : 94

ARTAN TİRAJ

Melekler ürer mi; türer mi?

Meleklerin bizim anlayabileceğimiz biçimde “İki boyutlu matris” yani simetrik toplama vefki biçiminde anlatılması gerekmektedir. Bir meleğin bu matriste (Örneğin 3×3=9 kutuluk) bir anlatımı vardır. Burada yatay olan kolonlara “Yanyana, saf” ve dikey olan sütunlara “Ard-arda; peşpeşe” terimi Kur’an’da haber veriliyor. Bu matrisler, din verilerindeki gibi “Ard arda dizilen; yanyana saf tutan” meleklerin matematik açıklamasıdır. Buna fizik dinamizm de yerleştiğinde, ortaya dönü (Tavaf) olayı da çıkar. Onların dinamizmi “NUR”dan kaynaklanır, tavaf biçiminde tecelli eder.

Nur (Sonsuz özenerji) öyle bir şeydir ki, azalacağına arttığı ve bir iken iki olduğu için “RABBİN MELEKLERİ DE ARD ARDA VE SAF SAF” bir matris’e dizilerek, birken birçok kopya haline gelmektedirler. (Enfal-9, Tevbe-26, Mü’min-7)

Örneğin Azrail as. (Ölüm meleği) bir anda birçok yerde birçok canlının canını almaktadır. Yani onların rüyadaki (magnetik alan ile elektrik) alanlarını “temelli” birbirine dik (DİPOLE) yapmaktadır.

Böylece ölüm denen sürekli uyku, sonsuz hipnoz oluşmaktadır. Bu iki eşit alan birbirine dik olduğundan dalgalar “Düğüm” noktasında çakışmaktadır. O zaman mezarın başındaki ayak seslerini, rüyadaki gözsüz görüş, kulaksız işitiş biçiminde algılar ölüler…

Öte yandan bu iki dik dalga birbirine KARIN noktasında en uzak oldukları için “TÜNEL İÇİNDEKİ” evreni de görürsünüz ve oradasınızdır: Bu tünel ister cehennem çukuru olan bir kabir cefası, isterse cennet bahçesi olan bir kabir sefası olsun, biz “orada” isek, orası gerçektir.

Azrail (A.S.) Dipole işlemi yapmakta, hayat ile öteki hayatın birbirine çakışık, bitişik olan iki düzlemini, iç ve dış uzayı birbirine sürekli dik tutmaktadır. Varlık tek yanlı olarak Tünel’in malı olmuştur artık…

Sayısız canlıyı aynı anda öldüren Hz. Azrail, böylece “Yola çıkmadan amacına” ulaşmış oluyor.

Karadeliğin halka biçimindeki tekilliğinden, dönme yönüne ters yönden geldiğimizde “Yığınla, peşpeşe kendimize” rastladığımızı hatırlayınız. Bunların hepsi de “Ben” idi!.. Bu benler birbirinin (birer saniye gibi aralıklarla) dizilmiş kopyasıdır.

İşte bu “Üremek” ile değil “Türemek” (ya da teksir olunmak) ile “Meleklerin çoğaldığını” denklemlerim ortaya koyuyordu.

Çünkü Nur enerjisi artmaktadır. Her artan enerji, niceliği de arttırdığı için, “MÜLTİKOPYASI-TEKSİRİ” denen tıpatıp eşini oluşturmaktadır.

Melekler ve bir ara melekleşmiş olan şeytanın çoğalması da böyledir. Dört melek ve İblis tektir ama SAF-SAF PEŞPEŞE kendisinin zaman içindeki kopyalarını yaratarak çoğalmaktadır. O zaman her canlı için bir Azrail (A.S.) teksiri var olmaktadır. Meleklerin bu teksiri, bizim “ÜREMEMİZ” değil, kopyalanmış saf-sıra oldurmasıdır.

Bizler zaman içinde doğum-ölüm tek yönlü istikametinde gittiğimiz için zaman içinde ÜRER ve çoğalırız.

Ne var ki takyonlar (soyut insanlar, örneğin melekler) öyle değildir. Onların kuantlaşmadıklarını görüyoruz. Yani atomlaşıp da eksi-artı, erkeklik-dişilik ve dolayısıyla “Üreme” olmaması gerekmektedir.

REFERANS – C

YAHUDİ – HRİSTİYAN ORTAK YANLIŞI

Ehli kitab, yani kendilerine semavî kitap gönderilmiş olanların, Allah âyetleri üzerinde kul kalemi oynatmaları sonucu, Rabbimize “Oğulları ve kızları” olduğu (!) yalanını türetmişlerdir.

Madde de enerji de “Kuant” asıllı oldukları için cinsiyetleri olan (erkek-dişi ayrımı içeren) canlıları oluşturmuşlardır. Maddî canlıların en gelişkin türü olan insanlar gibi, enerji canlılarının en gelişkin türü olan cinler de “Cinsiyete” sahiptirler.

Fakat takyonların kuantlaşmaması nedeniyle “Cinsiyetleri” olması yasaklanmıştır. Buna, (soyut maddeden oluşmuş en gelişkin tür olan) “Melekleri” örnek verirsek, kuantlaşma yasağı nedeniyle, insan ve cinler gibi “Cinsiyetleri, erkekli-dişili olmaları” asla beklenmemelidir.

Ehli kitap, Hz. İdris’e indirilen suhuflardan (sayfalardan) beri melekleri “Özellikle kanatlı tanrı kızları ve bazılarını da tanrı oğulları” diye tahrif etmişlerdir. Bu kitaplarda, “Tanrı’nın oğullarının, insan kızlarına aşık olup, yarı tanrısal (Dev Nefilim) denen insanların türemesine neden olduğu” yazılıdır. Hz. İdris’e atfedilen kitapta “Şamyaza isimli bir meleğin başkanlığındaki 300 meleğin, insan kızlarını gebe bırakıp, melez bir ırk oluşturduğu” yalanı vardır. Şamyaza’nın ekibinden biri de Azazeel’dir ki, işin içinde şeytan parmağı olduğunu bu isimden anlayabiliriz: Çünkü İblis (Şeytan) Hz. Âdem gibi dişisiz tek cins idi: Yani erkek görünümünde bir cindi ama, zürriyet-üreme yeteneği yoktu. Belki de bu yüzden, Rabb’imiz (meleklerin ricası doğrultusunda) onu Cennet’e aldı. Cennet’teki ismi de “Âzâzil=Cennet hazinelerinin bekçisi” anlamındaki bir melek adıdır. Bu yüzden “Şeytan kalemiyle” de bu kitapların saptırıldığını söylüyorum…

Şeytan-insan işbirliği sonucu, Tevrat ve İncil, bu kabul edilmesi mümkün olmayan “Şirk=Ortak” tanrı çocuklarıyla doldurulmuştur. Özellikle Allah’ın kızları (!) olduğu üzerinde durulmuştu. Hatta Allah kızları (!) insan oğullarıyla evlilikler bile yapıyorlardı. Burada da “Cinlerle evlilik” iddiasına ipucu sezebiliriz.

Cinlerle evlilik, peri kızları ve Cennet “Huri kızlarının” karıştırılması sonucu “Meleklerin tanrı kızları” olduğu safsatası doğmuştur. (*)

(*) Cin-Şeytan ve Melek-Müekkil isimli bantlarımızdan ileri bilgileri edinebilirsiniz. Yazarımızın kitapları periyodik olarak yayınlanacaktır.

Bilime göre takyonlar cinsiyetsizdir, kuantsızdır. Öte yandan meleklerin birer biçimi olduğunu, fakat cinsiyetleri, dişili-erkekli olmadıklarını, üremediklerini Kur’an’dan biliyoruz. Resullullah Mir’âc’ı sırasında kimi boğaya, kimi deveye, kimi yaşlı kimi genç erkeklere ve hurilere benzeyen (gök katmanları boyunca) melek suretlerini bildirmiştir. “Genç erkek ve Huri” benzerindeki melekler, ilkel insan düşüncesinde bir “Cinsiyet” yakıştırmasının doğmasına neden olmuştu. Çevrelerinde gördükleri dişili-erkekli tabiatı meleklere de bulaştıran bu görüşü Kur’an’ımız şiddetle yalanlamakta ve Rabb’imize “Oğul-kız” gibi ortaklar koşulmasına, tekrarlanan âyetlerle cevap vermektedir:

“Rahman ‘çocuk edindi’ dediler. Hâşâ hayır! Melekler şerefli kullarıdır (Allah’ın).” (Enbiya/26)

“Ahiret inancı (tam) olmayanlar, meleklere (Allah’ın kızlarıdır diyerek) dişi isimleri (tanrıça adları) takıp duruyorlar. Hâlbuki meleklere ilişkin ilimleri yok. Sadece zanna (varsayıma) kapılıyorlar. Oysa zan gerçeğin yerini tutmaz.” (Necm/27-28)

“Rabb’iniz erkek evlâtları size mahsus kıldı da kendisi meleklerden dişiler (kız evlâtlar) edindi, öyle mi? Sizler gerçekten çok aşırı bir söz söylemektesiniz.” (İsra/40)

“Yoksa kızlar O’na oğullar size, öyle mi?” (Tur/39)

“Şimdi onlara sor: ‘Kızlar Rabbinin de: oğullar onların mı? Yoksa biz melekleri dişi yaratmışız da onlar tanık mı bulunuyorlar?’ Bil ki, uydurduklarından ötürü şöyle derler: ‘Allah doğurdu.’ Elbette bunlar yalancılardır. (Yoksa Allah) Kızları, oğullara tercih mi etmiştir? Size ne oluyor? Nasıl böyle hüküm veriyorsunuz? Hiç düşünmez misiniz? Yoksa açık bir belgeniz mi var? Eğer doğruculardansınız, kitabınızı getirin. Bir de O’nunla (Allah ile) cinler arasında hısımlık uydurdular. And olsun cinler de bilirler ki, böyle ortaklık koşanlar cehenneme götürüleceklerdir. Allah onların isnat ettiği niteliklerden münezzehtir.” (Saffat/149–158)

“Allah’a kullarından bir grubu ‘Melekler Allah’ın kızlarıdır’ gibi varsaydılar. Gerçekten insan açıkçası nankördür. Yoksa O yaratıp durduklarından bir takım kız evlâtlar edindi de oğulları size mi seçip ayırdı? Oysa (bu tür konuşanlardan) biri, Rahman olan Allah’a isnat ettiği (gibi, kendisinin de bir kız çocuğu doğunca bundan utanç duymakta) kız sahibi olduğu müjdesi verildiğinde, yüzü kararıyor da kederinden içi öfkeyle doluyor. Yoksa süsler içinde yetiştirilen fakat (erkek çocuklar gibi) düşmanla çarpışmaya sıra geldiğinde bunu beceremeyecek olanları (kızları Allah’a isnat ediyorlar) öyle mi? Rahman olan Allah’ın kulları olan melekleri de dişi yaptılar! Onları yarattığımda tanık mıydılar yoksa? (Onları böyle kabul edeceğim) Tanıklıkları kaydedilecek ve sorguya çekilecekler. Ve dediler ki: ‘Rahman olan Allah dileseydi, biz onlara tapmazdık.’ Bu konuda onların bir bilimi yoktur, sadece yalan söylüyorlar.” (Zuhruf/15-20)

Rabb’imizin melekler gibi insan ya da cinlerden de oğulları-kızları yoktur: Oysa Tevrat’ı tahrif edenler Üzeyir peygamberin, İncil’i tahrif edenler de Hz. İsa’nın “Allah’ın oğlu” olduğunu ileri sürdüler. Kur’an bu sahtekârlığı düzeltiyor:

“Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hristiyanlar da ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarından uydurdukları sözlerdir. Daha önce de inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar?” (Tevbe-30)

“Ey kitab ehli! (Hristiyan ve museviler) Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem’in oğlu İsa Mesih Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı “Sözü” ve kendinden bir “Ruh (ül Kudüs) tur. Allah’a ve (sonuncusu olan Muhammed dâhil bütün) peygamberlerine inanın. “Üçtür” demeyin; vazgeçin. Bu hayrınızadır. Allah ancak bir tek ilâhtır, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde olanlar da yerde olanlar da O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. (İsa) Mesih’de, gözde melekler de Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler. Kim O’na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa, bilsin ki O (Allah) hepsini (Yeniden yaratıp) huzuruna toplayacaktır.” (Nisa/171–172)

Eğer ehli kitap bunu idrak etseydi, yukarıdaki âyeti candan okusaydı ve ardından Kelime-i Şehadet getirseydi, ebedî cehennemini ebedî cennete çevirecekti… Kıl payı, püf noktası bu ayırım sadece AKILA dayanır sevgideğer okurlarım…

REFERANS – D

KOZMİK SEKS VE ÜREME

Biz sıfırdan büyük olan maddî canlılar için “TEKSİR” olayı yoktur. Yani Adem-Havva örneğinde olduğu gibi çoğalırız. Çocuklarımız “Annesi ile babasının” bir sentezidir. Ama ne annenin ne de babanın kendisidir. Sıfırdan büyük şeylerde “Erkeklik-dişilik” söz konusudur. Hatta bir çiçekte ya da solucanda olduğu gibi “Erkek-dişi” organlar çift eşeyli olarak aynı yerde vardır. Yani erkeklik-dişilik cinsiyeti olmayan canlıda da vardır. Bunun yanında hücre bölünmelerinde olduğu gibi iki uca çekilerek bölünen kromozomların da birer X (dişi) ve Y (Erkek) gibi iki kutbu vardır.

Bir DNA kalıtım molekülü de bir çift sarmaldan yani bir erkek bir dişi sarmaldan oluşmuştur. Bunlardan biri örneğin RNA, tek başına giderek eşini yaratabilir ve böylece “çiftleşmiş” olur.

Ya atomların birleştiği moleküller!.. Onlar da evliliğe programlıdır valans değerleriyle… Son yörüngedeki elektronun durumu ya da iyonize olması ona “Erkek” ya da “Dişi” değer vermektedir.

Ya atomların içindeki erkeklik dişilik? O da eksi yüklü elektronla artı çekirdeğin evliliği değil midir? Elektrik ve magnetik evlilikten “Elektromagnetizm” doğmaktadır.

Demek ki çekim-cazibe denen şey evrensel seksüel bir evliliktir ve yalnız “Sıfırdan büyük” şeyler için bu böyledir. Sıfırdan büyük şeyler, önce doğar, sonra ölürken, kendilerine benzer bir yaratık bırakıp, bilgilerini geçmişten geleceğe ileterek, zaman içinde kalıtımla bilgilerini tarih boyunca geçmişten geleceğe iletirler.

Örneğin biz hepimiz, Hz. Adem ile Havva’nın benzerindeyiz. Yani onlar ve sonrakilerin belleğinin ve biyolojisinin gizli devamlılığını sürdürüyoruz. Eğer biz onlardan gelmeseydik, ayrı atalardan gelseydik, o zaman “Bir zenci ile bir Çinlinin evliliğinden” çocuk doğmazdı. At eşek gibi iki hayvanın birleşmesinden bile kısır dişi olan katır doğmakta, üreme yeteneği iptal edilmektedir. Demek ki, insanların tümü aynı atadan gelmektedir. Örneğin bugün dünyanın nüfusu 64 kişi olsun. Babalarımızın zamanında 32 kişi olacaktır. Dedelerimiz ise bunun yarısı yani 16 kişidir. Onun babası 8; dedesi dört ve ataları ise 2 kişi, fakat zorunlu olarak biri erkek, biri dişi olacaktır.

Böylece insanların iki kişiden türediğini anlıyoruz. Nitekim Kur’an bu iki kişiye ÖZEL değil CİNS isim takmıştır: Adem (Adam, erkek) ve Havva (Dişi, kadın). İlk çiftin isimleri cins isimdir (Cemil ve Cemile gibi). ÖZEL isim değildir. Kur’an ve diğer semavî kitaplar bize ADAM ve KADIN’dan yaratıldığımızı söylüyorlar. Bu mantıksızlık mı; yoksa “süper” bir mantık mı?

Ya bu ikisi nereden yaratıldı? İşte bu sorunun cevabı da bir o kadar şaşırtıcıdır: Erkekte (XY) kromozomları vardır. Yani erkek hem dişi hem erkektir. Kadında ise ikisi de dişi olan (XX) kromozomları vardır.

Bu durumda, erkek dişiden türeyemez. Çünkü (XX) içinde (Y) denen erkek unsuru hiç yoktur. Ama erkekte dişinin türeyeceği (XY) içinde (X) kromozomu vardır.

Bunun için erkeklerin de buluğa kadar sesleri kadın inceliğindedir. Erkekler süt vermedikleri halde memelere sahiptirler. Öyleyse erkeklerden dişilerin çıktığına, yani çift eşeyliden birer tek eşeyli doğduğuna, Hz. Adem’den Hz. Havva’nın oluştuğuna biyoloji inanmaktadır. Bunun gibi “Takyonların da cinsiyetsiz” olduğuna da fizik inanmaktadır.

ÖNBİLGİLER

MELEK OPERATÖRLER

Melekler, imanın 6 şartından ikincisidir. Birincisi Allah’ın tekliğidir. Allah cc. “Yukarıdaki” “Verici”, melekler “İletici”, ve kitapları “İletilen mesaj” olup, peygamberler ise “Aşağıdaki” “Alıcı”dır. Bu ilâhi telsiz sisteminin; Amentü’nün Allah tekliği, melekleri, kitapları ve peygamberlerine, sırayla iman şartlarına işaret ettiğini görebiliriz. (Bakara/177 ve 285)

Rabbimizin sonsuz (ve tekil olan) kudreti NUR, meleklerin de beden yapısının materyalidir. Meleklerin kimlikleri ise “Ruh”undadır. Nur ile Ruh, ikisi de Rabbin Emrinden olup, ileride göreceğimiz “Emir âlemi” kökenidir. Melekler, Evren düzeninin işleyişinde görev bölümü almış hiyerarşi gruplarıdırlar. Matematik diliyle Kozmik matematiğin operatör sayıları olan sahipleridir. Takyon asıllı oldukları için, kuantsız, cinsiyetsiz ve en önemlisi de “NEFİS” denen iradei cüziyye’siz olan melekleri “Robot” gibi görmek yanlış bir düşünce olur. Çünkü “Nefis” sadece maddî canlılar ve enerji canlılar (Cinler) için kuantum sonucu geçerlidir. Melekler ise akıllı olup, önerebilmekte, pişman olabilmektedir.

Melekler nefisten yoksundurlar ama “Akıllı”dırlar. Nefis’in ayrık bir kimliği ve kendi başınalığı vardır. Bir nefis “Akıl” ile düşünür ve isterse iradei cüziyyesi nedeniyle “Allah’a karşı ve kozmik düzene aykırı eylemler” gerçekleştirebilir. Nefissiz bir akıl ise tam tersini yapar ve itaat eder.

Meleklerin yaratılmasından önce “NUR” denen kudret, canlılar (Melekler) ve kuvvet alanları (Esîr) olarak ikiye ayrılmıştır. Bu Melek-Esir ve Nar ile Nur ayırımı bir çok âyette örtülü olarak verilmiştir.

“Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlığı ve NUR’u inşa eden Allah’a mahsustur.” (En’am-1)

Yunus-5’de “Güneş’i ışık; Ay’ı nur yapan” Allah’ın, bu ayırımında güneşin ışık (ziya, elektromagnetik radyasyon) kaynağı olmasına karşın Ay’ın böyle bir kaynak olmayıp, ışığı yansıttığı, 14 yüzyıl önce bildirilmiştir.

Nur ve melekler arasındaki bir başka Ledünnî bağlantı da Ahzab-43’dedir: “O (Allah) sizi karanlıklardan Nur’a çıkarmak için üzerimize melekleriyle rahmet edendir.”

Meleklerin, evrensel akıla sahip olduğunu, fakat iradei cüziyyelerinin ve nefs’lerinin olmadığı yanında kesinlikle robot olmayıp, akıllı olduklarını bir çok âyetten anlarız.

Cinlerden sonra insanların da yeryüzünde bir “Fesat” olarak yaratılacağı zehabına kapılan meleklerin “Ğayb” denen ve yalnızca Allah’ın bilip-bildirdiği olaylardan haberi olmadığını, ama içlerinden düşünebilmekte oldukları anlatılmıştır. Melekler şeytanın daha masum bir cin iken Cennet’e alınması için niyazda bulunmuşlardı. İblis (Şeytan), meleklere 40 yıl öğretmenlik yapmıştı Cennet’te… Meleklerin bu yanılgıya düşmelerinin nedeni, “Nefs” denen bir tür “Tanrılaşmak isteyen özkimlik” kavramına yabancı ve masum oluşlarındandır. Dolayısıyla İblis bu avantajı istismar etmek için kullanmıştı.

Melekler, cinler, evrensel düşünce dili ile konuşurlar ve haberleşirler. Hz. Adem ise bu soyut eşya dilinden başka (Matematik dilden sonra ikinci dil olan ses bilgisini) konuşmayı öğrenmişti. Melekler, evrende ilk kez, bir “YABANCI DİL” ile karşılaşmışlardı. Öyle ki, Hz. Adem şahsında, bu dili ve ilmi öğreten Allah’a secde etmişlerdir. (Araf–11)

“Ve Adem’e bütün (eşya, varlık) isimleri öğretti. Sonra da ‘Haydi, davanızda sadıksanız bana şunları ismiyle birlikte haber veriniz’ dedi. Melekler, ‘Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka hiç bir bilgimiz yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen ve yaptığında hikmet sahibi olan kuskusuz sensin’ dediler, Allah, ‘Ey Adem, bunlara onları (Meleklere eşyaların isim ve organik bağları olan amaçlarını) adlarıyla birlikte haber ver’ dedi. Bu emir üzerine Adem, onlara (meleklere) isimlendirmeyi haber verince, Allah şöyle buyurdu: Ben size demedim mi ki göklerin ve yerlerin gaybını (bilinmeyenini) ben bilirim. Ve yine sizlerin açıkladıklarınızı da (İçinizden geçirip) gizlediklerinizi de hiç kuşkusuz ben bilirim.” (Bakara/31-33)

Hz. Adem’e “secde” etmişlerdi. Fakat İblis ebedî hatasını, secde etmemekle yapacaktı; İblis’in “Nefsi” vardı çünkü…

Meleklerin “Akıllı” fakat “Nefissiz” olduğunu, dolayısıyla Rabb’e karşı çıkmayacaklarını Enbiya-29 kesinlikle açıklar: “(Meleklerin) içlerinden biri ‘Ben ondan başka bir ilâhım (Nefsim)’ derse onu cehennemde cezalandırırım.”

Melekler, böylece, “Rabbin emrinden çıkmayan, hayır ya da şer olarak her görevi mutlaka yapan”, hiyerarşik görevin üyeleridir. Operatör ve iletişim kuryesi olarak dalga davranışları vardır. Allah bir şey buyurduğunda, kanatlarını birbirine çarparak korkudan ve şiddetten titreyerek o buyruğu ulaştırırlar. “Allah acaba ne buyurdu?” diye meraklanmakla birlikte; “Kuşkusuz, en doğru olanı buyurmuştur” diyerek görevlerine bakarlar.

Meleklerin türlü görevleri, biçimleri ve sonsuz ötesinde sayıları vardır. Kimi insanlara bağlanmış gruplardır. Kimi sevilen kimseler için tespih-tövbe çeker; kimi de tam tersine “Lanet” okur. Kimi ceza meleğidir, kimi iyilik meleğidir… Her insana 480 melek tahsis edilir. İnsanların omuzlan üzerinde bir çift Kiramen Kâtibin meleği de kayıt-gözcülük ve ölümden sonra da “Tanıklık ve sevk memurluğu” görevi yaparlar. (Kaf/17-19). Burada sayılmayacak kadar türlü görevleri olan meleklerin bir hiyerarşisi vardır.

En başta sekiz büyük melek bulunur. Bunlar en yukarıdan (Arş tavaf edenlerden, Hamalei Arş, Kerribûn-Safiyyun melekleri) en aşağıdaki, dünyamızın meteorolojik ve tabiat görevlerini üstlenenlere, çocukları düşmekten koruyanlara kadar türlü görevler almışlardır. Evrenin her noktasını da sahiplenmişlerdir. Her kuant, her yağmur damlası, kar tanesinin bir memur meleği vardır. Her hayvanın, ağacın, bitkinin ve cinin bile melekleri vardır.

Meleklerin her biri, insan gibi kendi başına bir kimlik sahibi değildir. Bunlar belirli bir kategorinin “Kopyalanmış” kümeleridir. Biri, diğerinin tespihini çekemez, ya da namaz benzeri hareketlerini (secde, rükû, kıyam, kade) yapmaz ve yapamaz.

Meleklerin böyle gruplaşmaları Kuran’ımızda “Saf tutmak, ardışıklık ve namaz hareketlerine bağlı bir derinlik matrisi” ile anlatılmıştır. Böylece meleklerin “Ordu” kümeleşmelerinde “Saf, sıra, köşegen ve derinlik” matematiği bulunmaktadır.

Bir meleğin ardındaki dizin (ardışma) önemlidir. Âli İmran – 124’de Bedir savaşı için indirilen 3000 melek ve âyetin devamında (125) yine ard-arda dizilmiş beş bin işaretli (Hiyerarşik âlametli) 5000 melek ise yedekli olarak bildirilmiştir. Enfal-9’da Cihad için yardıma gelen ard-arda bin melek bildirilmesi bu kümeleşmelerin birer “ARDIŞIKLIĞI” olduğunu bildiriyor. Bu, aynı zamanda, Ahzab-9 ve Tevbe-26’nın görünmeyen orduları, Müdessir suresinin askerleri, Cin/8-9’un sert bekçileri olan bir “Matris” düzeninin, bir set (cümle) kavramının unsurudur. Kümeleşmenin karesi ise “SAF” tutma olarak bildirilmiştir.

“And olsun, o saf bağlayıp duranlara (Safiyyun melekleri), o sevk ve idare edenlere (Kiramen kâtibin), hakkın vahyini okuyanlara (Hz. Cebrail ve Mikail)…” (Saftat/1-3)

Saf tutmak bir çok âyette yer alır, melekler saf saf dizilirler (Fecr-22). Böylece meleklerin bir saf, sıra ve ard-arda dizilmiş belli ordu tipi kümeleri olduğunu görürüz.

Her küme birbirinin aynı tek tip elemanlarından oluşur. (Vefkler bunun için yapılır.) Matris (vefk) sayısını oluşturan melek bu vefk kümesinin “Başkanı” durumundadır. Her kümenin zikri-tespihi-davranışı-biçimi, Nur biriminden matematik şiddet değerleri, renk-kanat sayıları ötekinden farklıdır. (İşlevlerinin Ledünni anlamlarına burada girmemiz mümkün değil. Okuyucuma “Melekler-Müekkiller” isimli beşinci bandımızı öneririm.)

“Birbiri ardından gönderilenlere ve görevlerinde koştukça koşanlara, Allah’ın buyruklarını yaydıkça yayanlara ve hâk ile batılın arasını ayırdıkça ayıranlara, kötülüğü önlemek veya uyarmak için vahiy getiren meleklere and olsun ki, ey insanlar size söz verilen kıyamet kuşkusuz kopacaktır.” (Mürselât/1–7)

“Şiddetle çekip alanlara, usulcacık çekenlere, yüzerek gidenlere, yarışıp geçenlere, derken bir iş çevirenlere (amaçlarını yerine getirenlere) and olsun.” (Naziat/5)

Üst katmanlardaki melekler çok daha büyük, çok daha (Soyut) ağır ve Nur’larının matematik değeri en büyük olanlardır. Bu yüzden yukarıdaki çekim merkezine düşmekte, dolayısıyla “Arş’a yakın” olmaktadırlar.

Bu yakın melekler, çok daha büyük korku içindedirler ve başlarını kaldırmadan ALLAH korkusundan dolayı tespih etmektedirler. Bunların ne anlama geldiğini izleyen kesimde sunacağım.

Korku olayı, kıyametle de bağlantılıdır. Enbiya-28 bu olayı “Korkularından titremek” olarak tanımlamaktadır. Bu titreşim bir tesbihtir.

“Gök gürültüsü onu hamd ile melekler de korkularından tesbih ederler. O (Allah) yıldırımlar gönderip, bununla kimi dilerse çarpar.” (Râd/13)

Hz. İsrafil Sûr borusuna üfürerek, kıyameti başlatacaktır; yeniden yaratılış da aynı üfleme mekanizmasından geçecektir. Kıyametle hem bizim yasalarımız hem de takyon yasaları yer değiştirecektir.

İnsanlar, peygamberlerden “Melek” göstermelerini hep istemişlerdir. Hatta niçin peygamberimizin “Melek olmadığını, sıradan bir insan olduğunu” sormuşlardır.

“Eğer biz onu (Hz. Muhammed’i) bir melek kılsaydık, yine onu adam biçiminde gösterdik ve elbette onları (şimdiki gibi) düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.” (En’am/8)

Resulullah ise 50. âyette “Size meleğim demiyorum” ifadesini Enfal/31’de de yineliyor. Kur’an ve peygamberliği yanında bir de “Melek” indirilmesini isteyenlere karşı ise, Kur’an’ımız şöyle buyurmakta:

“Bir de, ‘Şunun üzerine bir melek indirilse ya’ diyorlar. Eğer öyle bir melek indirseydik, muhakkak iş bitirilmiş otur, sonra kendilerine bir an bile göz açtırılmazdı.” (En’am/8)

“Eğer doğru söylüyorsan o melekleri getir (diyorlar. Hz. Muhammed’e). Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara göz açtırılmaz.” (Hicr/718)

Furkan-7’de de “Melek inse ya!” diyen insanlar yerilmektedir. Oysa insanların Nur ve melek görmeye dayanamayacakları bildirildiğine göre bu merakları, bir kıyamet kadar büyük intihara yol açardı.

Madde çekim, takyonlar (soyut madde) ise ters-çekim (levitation) etkisindedirler. Ama bunu SUR BORUSU üflenip de tersine çevirilirse kurulu düzen ve denge yerle bir olacaktır. Hz. İsrafil Sûr’a üfürerek hem bizim yasalarımızı hem takyon yasalarını ters-yüz edecektir.

“Gökler hemen üstlerinden çatlayacak gibi titreşiyorlar. (Bunu önleyen ise) Melekler(in) hamd ile Rabb’lerini tesbih ediyor (oluşları); Yerdekiler (İnsanlar ve cinler) için mağfiret (bağışlanmalarını) diliyorlar.” (Şura-5)

“O gün (kıyamette) gök yarılmış (karadelik kıyametiyle çatlamış ve çekim etkisiyle) sarkmıştır. Öyle ki melek (tek kavram olmuş) göğün kenarındadır ve onun üzerinde o (hesap) gün(ü) Rabb’inin Arş’ını 8 melek (Mukarrebun) yüklenmiştir.” (Hakka/16-17)

Ali İmran suresi 172. âyette de Mukarrebun melekleri için şöyle denmektedir: “Hiç bir zaman Mesih (İsa) de Mukarrebun da Allah’ın kulu olmaktan kaçınmazlar.”

Mukarrebun, önceki kitaplarda da yine aynı isimle geçmektedir: Kerrubiyn Dört Arş taşıyıcı meleğin ve dört tane de ünlü meleği kapsar. Bunlar kıyametle birlikte kalacak, son sekiz melektir.

“O gün gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir.” (Furkan-75)

Kıyametle birlikte bütün meleklerin “İnecekleri” (Bakara-210), yani çekimin ters yüz olacağı, dağların atılacağı, evreni bütün olarak bir arada tutan çekim kuvvetinin moleküler yapıyı yasaklayacağı anlaşılır. Böylece her şey âyetlerde bildirildiği gibi “Un-ufak zerreler” kuantlara dönüşmüş (Künnes) olacaktır. Melekler ise çekim etkisine girdiklerinden nedensellikleri ters dönecektir ve mültikopya teksirler, tek örneklerine döneceklerdir. Maddeyi bir arada tutan Rabbimizin EL CAMİİ (Cem eden, bir arada tutan) ismidir. Aynı mübarek isim melekleri ve Arş direklerini de tutmakta, mültikopyalanmayı yönetmektedir. Bu işlev tersine dönünce melekler katlanarak yani artacak yerde yarılanarak TEK ÖRNEKLERİNE döneceklerdir. Böylece geriye 8 melek kalacaktır.

Meleklerin ışıktan hızlı hareket etmelerinden dolayı nedensellikleri de terstir. O zaman onların zaman içinde 1-2-4-8-16-32-64-128 gibi arttıkları bize göredir. Onların sayısında kıyametle birlikte geriye yarılanarak azalma olacaktır. Nitekim kıyamet ardından yalnızca 8 büyük melek kalacağı bildirilmiştir. Bunların dördü Arş taşıyıcılar dördü de CAMİÎ meleklerdir. Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil’den oluşan dört ana meleğin başharflerinden, Allah’ın “Her şeyi toplayıcı, çoğaltıcı” anlamındaki ismi olan El Camiî çıkmaktadır.

Sonra Hz. Azrail’e bu meleklerin de canının alınması emredilecektir. En sonunda Hz. Azrail’e de “Kendi canının alınması” emredilecektir. Bütün kâinatlarda Vahidül Kahhar Allah’tan başka hiç bir bilinç kalmayacaktır. Yani her şey yaratılmadan önceki TEKLİK dönemine iade edilecektir. Mü’min-11’deki “Dediler ki, Rabbim, bizi iki kez öldürdün, iki kez dirilttin” sırrı da burada yatmaktadır. Çünkü hiç yaratılmamış olmak bir ölümdür: Ezelde Allah’tan başka hiç bir şeyin yaratılmaması demek, ondan başka her şeyin “Ölü” oluşudur. Sonra yaratılırız, ölümle değil; kıyametle ölürüz ve en sonra yeniden yaratılıp, hiç ölmeyiz. Ezeldeki yokluğumuzun karşılığını ebediyen (sürekli) var olarak (Cennet-Cehennem-A’raf’da yaşayarak) telâfi edeceğiz. Elbette şayanı tercih Cennet olmalıdır.

KESİM : 95

MELEK MEKANİZMALARI

Meleklerin yaşama savaşı

Takyon termodinamiğini sunarken, ister istemez “Melekler” ile buluşuyoruz (Nur gereği).

Mültikopya (teksir) ile türeyen ve erkekli-dişili olmayan meleklerin, saf ve diziler halinde matrisler kurduklarının üzerinde durmak gerekiyor: Bu da, sürekli artan sonsuz enerjilerini “Nasıl bir mekanizma” ile dışarı saldıklarının soruşturmasını oluşturuyor.

Melek ya da Takyonların NUR denen sonsuz özenerjiden yaratılmaları ve bu değerin tam sayı (1) katlanması soyut evrenin ısısını çoğaltmaktadır. Yani onların SOYUT evreni; bizim SOMUT evrenin “ısı ölümünün” tersine “ısı fazlasından ölüme” gidiyor.

Somut evrenimiz genişleyip, seyrelip soğurken; SOYUT evren, sanki büzüşmekte, yoğunlaşmakta ve ısınmaktadır.

Evrenimiz genişler, fakat öteki sabit sistemde evren değil NUR genişler. Zaten tersine çalışan bu mekanizmayla, orada sonsuz özenerji çoğalmasaydı, bizim evrenimiz, oradan buraya “Sübap artığı bir AKDELİK” kaçağı olup, patlamazdı, yaratılmazdık…

Çünkü takyonların evreninde, zaman gelecekten bizim geçmişimize doğru akmaktadır. Onların kıyameti “ÖL!” emri; bizim geçmişteki “OL!” emrimiz olmuştur.

Entropi denen ısı kargaşasını oluşturarak yaşarız. Buna neden, enerjimiz olan “NAR”ın tamsayıdan küçük enerji olmasıdır. Nar, kesirli bir enerjidir.

Oysa Soyut evrenin enerjisi “NUR”, katlı tamsayılar biçiminde büyüyen, birleşik kesir enerjisidir ve bir tam sayıdan daima fazladır.

Dolayısıyla biz enerjiyi tüketirken, öteki taraf üretmektedir. (BİR) tam sayı enerji 2.. 4.. 8.. 16.. biçiminde büyür; buna karşı “HARCAMA” yapılması ve termodinamik denge oluşturulması gerekmektedir.

Hatırlanırsa, takyon bir kayayı bayır aşağı ittikçe yuvarlanmıyor, hızlanmıyor, tersine durmak için elinden geleni yapıyordu. Oysa bu esîrî kaya, enerjiden arındırılırsa, bayır yukarı hızlanır. (Bunu matematiksel güvencemiz söylüyor.)

Böylesine zıt yasaları olan takyon varlıklara ivmeleme, frenaj etkisi yapar. Hız kesmek ve frenaj onların doğasına terstir, istemedikleri bir şeydir.

Ne var ki, özgür hızları, ısınan kendi evrenleri yüzünden frenlenmektedir. Nur’un asıl kaynağı Rabbimizin “EL NUR” [NURÜN ALA NUR] ismi olup, artan ve etki eden ana-nur kaynağı O’ndandır. Bu önlenemez artış, takyonik evrenin varlıklarının mecalsiz, hasta ve en önemlisi de “NEFESSİZ” kalıp, boğularak ölmelerine yol açacaktır.

Hiç azalmayan, tersine hep artan bir sonsuz özenerjinin girdi-çıktı dengesi kurulmazsa, takyonların ölmeleri kaçınılmaz olurdu. Sadece kopyalanmak yeterli değildir. Kopyalanan bireyler sırayla kavrulabilirdi, kendi içinde boğulabilirdi.

Takyonların, nefessiz kalarak boğulmaları söz konusu olduğuna göre, bir meleğin, Allah’ın Nur’undan yanarak kül olması gerekirken, “nasıl kurtulup, yaşadıklarını” sorabiliriz.

Vereceğimiz cevap, “BİLİM FORMÜLLERİNDEN” olacaktır: Takyonlar bir frekans ya da kanat gibi bir rezonans salarak gelen enerjiyi SAF-SIRA matrisinde iletiyorlar. Bunu nasıl açıklarız?

Madem ki hem BİLİM ADAMI hem de DİN ADAMI oluverdik, o zaman şu yorumu da getirelim: Melekler, ZİKREDEREK, TESBİHLEYEREK yani NEFES vererek yaşıyorlar. Bizim nefes alarak yaşamamız neyse, onların da nefes vererek yaşaması odur!.. Ters bir solumadır bu!..

Takyonların birinci mekanizması “Kopyalanarak teksir olmak” ve böylece “Sabit BİR değerini” korumaktır… Bu sabit BİR değerin kopyaları zaman içinde ardışarak bir “Matris” üzerinde SAF ve SIRA oluştururlar. (Zaman enlem ve boylamından oluşmuş bir matris.)

İkinci mekanizma ise “Enerjinin şiddetine göre” bunları kendine eklemek! Melekler 2, 3, 4 ve 600 kanatlıdır. Kanatlar eklenti rezonans organlarıdır.

Üçüncü mekanizma, Hilbert uzayından Planck uzayına KUANTLAŞARAK enerji birikiminin fazlalarını atmaktır. (Bunlar Kuantlardır.)

Dördüncü ve asıl mekanizma ise “ZİKİR-TESBİH” mekanizmasıdır.

Beşinci mekanizma ise meleklerin “Cüssece” büyüklüğü, kanatlarının büyüklüğü, yapılarındaki “Karma” takyonların varlığıdır.

Altıncı mekanizma tesbih matematik değerlerinin büyüklüğü ya da “çok sık tesbihi” yanında “Görev” harcamalarının tutarı.

Görevi tesbih etmek olanların ise, bulunduğu katmana göre aldığı geometrik dinamik değerler. (Sürekli oturuş, ayakta duruş, secde, rükû ve bunların tesbihlerini matematik değeri ile deşarj olmaları…)

KESİM : 96

REZONANS KANATLARI

Meleklerin niçin kanatları ve biçimleri vardır?

Önceki kesimlerde, takyonların “Ters çekim” etkisiyle “uçtuklarını” belirtmiştik. Melekler Arz’dan Arş’a doğru gittikçe cisim-cüsse (soyut kütle) olarak en küçükten, en büyüğe doğru dizilirler. Ağır (Negatif kütlesi büyük) olan ise, alttan üste, Arz’dan ARŞ’a doğru düşmek (uçmak) zorundadır. Bu bakımdan, Arş yöresindeki meleklerin, çok büyük olması gerekmektedir. Dolayısıyla kanatları da aynı oranda çok büyük olmalıdır. Mukarrebun, Arş taşıyıcıları ve dört büyük melek (CAMİÎ); kozmik devasa kütlesi olduklarından “Çekim merkezi Arş”a çok yakındırlar.

Dünyanın çekim odağı nasıl ki merkezî nokta ise ve bütün cisimler (Ay bile) buraya meyletmek zorundaysa; Arşı âlâ da takyonların çekim merkezidir. Şu farkla ki, Arş düzdür ve bir merkezi yoktur. Tek merkez yerine, kişiye özel olarak her varlığın kayıtlandığı bir çekim merkezi Levh-i Mahfuz’da yer alır.

Bu nedenle, şiddetle katlanıp artan nurlarını, büyük melekler, “Cüssece büyük olmaları” ile çözerler. Arş taşıyıcı meleklerin (Kerrubilerin) ve CAMİÎ’nin en büyük melekler olduğunu biliyoruz. Arz-Arş arasındaki mesafeyi kapsayacak kâinat yüksekliği olacak kadar trilyarlarca ışık yılı uzunluktadırlar. Omuzları Arş’ı sırtlamaktadır. (Eski Yunanlıların Atlas’ı.) Ayakları da evrenin dibindedir. Böylece bütün evreni eksen olarak kaplamaktadırlar. Bu özellikleri dolayısıyla evren katları arasında değişik “Nur değerleri” içinde kalırlar. Bu da yapılarının “Karma” olmasını gerektirir. Nitekim Arş taşıyan meleklerin belden yukarısının nurânî ateş, altının ise kar yapısında olduğu bildirilmiştir. Bu ikisinin birbirini etkilemeyip karışmadığı, kar’ın ateşi söndürmediği, İslâmî kitaplarda yer almaktadır. Evrenin katları boyunca, Kur’an değerlerine bağlı değişik bir karma yapı, Nur biçimlemesine bir sübap mekanizmasıdır.

Meleklerin kanat sayıları ve kanat büyüklükleri arasında da sübap mekanizması vardır. Arş taşıyıcıların dört kanadı vardır ve dört yöne uzanmaktadır. Fakat kanatları çok büyüktür. (Bir tüyüyle kâinatı yerinden oynatabilecekleri bildirilmiştir. Kanatların uzunluğu da bir sübap mekanizmasıdır.)

Cebrail AS. 600 kanatlıdır. Bu onun “Nur”unun deşarjı ve vahy tebliği için gereklidir. Hz. Cebrail, Hz. Mikâil, “Dinamik, hız yapan, ulak” meleklerdir. Bu yüzden kanat sayısı, aslında dünyaya adapte olmaları için bir fren etkisidir. 8000 kanatlı Herkâil (Eski Yunan Herkül’ü) de İslâm verileri içinde yer almakta, “sürekli uçuş” simgelemektedir.

Kanatlar “Eklenti rezonasları” olup, fren için açılır, uçmak için tersine kapatılır. “Dalga mekaniğiyle ilişkili” olan kanatlar, Nur’dan “Boğulmamak” için gerekli bir yapıdır.

Kuantların “Dalgacık” özelliği neyse, meleklerin de “Kanat” özelliği odur. Eğer noktasal bir kuantı, bu evrenden bir nokta gibi görmeyip de, bir başka bakış açısından izleseydik, “kanat”lı olarak görecektik. Kuant ve kanat arasında büyük benzerlik vardır.

Melekler de Allah buyruğu geldiğinde, kanatlarını açarak birbirine değdirmekte ya da ard arda dizilerek enerjiyi kanatlar boyunca iletmektedirler. Aynı şey kanatlar için de vardır:

Kanatların ne anlama geldiğini bir âyetle açalım:

“Hamd gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. O yarattığı şeylerde dilediği kadar artırır. Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir.” (Sebe-1)

Meleklerin başlıca zikri “Hamd” etmektir. (Peygamberimizin ismi de bu kökten gelmektedir.) Meleklerin “gökler ve yerler arasında” bir ulak elçi olduğu da ortaya çıkıyor. Rad-2. âyette “Göklerin direksiz” olduğu bildirilmiş, böylece TÜNEL’e işaret edildiği gibi, yer-gök bağlantısının meleklerce dikine olarak yapıldığını da vurgulamıştır. Melekler kanat sayılarına ve büyüklüklerine göre göklerin katmanları ile yer (ve ikisi arasındaki) âlemlere sahiplenmişlerdir. Ayetteki “O yarattığı şeylerde dilediği kadar artırır” pasajı, bize “Nur”un artışını, buna bağlı olarak meleklerin kopyalanma (teksir) ve kanat sayılarının artışını, en önemlisi de Nur’un katlanarak arttığına işaret etmektedir.

Allah’ın KADİR oluşu ise (Kadir, muktedir ve kudret aynı kökten gelir) NUR KUDRETİNİN KAYNAĞININ bizatihi kendisi oluşudur.

Arada kalan melekler bu Nur’un türlü tecelli fazlarındaki birer hiyerarşik gruplarıdır. Kanat sayıları da bu katlara göre değişir. Çünkü meleklerin tümünün “sabit bir özel yeri” vardır.

Böylece melekler “Nur” artmasına cüsse, kanat, kanat sayısı, tesbih ile sübap oluşturmaktadır. Tesbih genel olarak Allah’a Hamd’dan geçmektedir. (Şura-5’te de durum aynıdır.)

KESİM : 97

MONONÜKLEUS

Haf, Saf ve Tavaf

Genel Takyonların “Takyo-dinamiğini” kurarken, onların kudret enerjisinin artmasındaki değişikliklere göre, “Kanat” gibi açılıp-kapanan bir “Enerji düzeyi” mekanizmasının matematik ispatını yapmıştım. Takyondan varlıklarda böyle bir mekanizmanın kanat diye yer alması son derece doğaldır.

Takyonlarda kudretin büyümesiyle “Çok-teksirlenme/Mültikopya” olmaktadır. Soyut kütleyi oluşturan sonsuz özenerjinin artması, bu kopyalanarak bir “Küme” oluşturma eylemini oluşturuyor.

Kopyalanan birey birbirinin aynısı olup, sadece “ZAMAN” içindeki hangi kopyasıysa o sıraya göre dizilmektedir. Bu dizilme doğrusal (Doğru üzerinde) değil, enine-boyuna MATRİS biçiminde oluşmaktadır.

Kur’an’da “Saffat” sûuresine ismini bu “saf”lar tutan melekler vermişti. İlk âyet şöyledir: “Saflar bağlayıp oturan(melek)lara, sevk ve zecredenlere, zikir okuyanlara yemin ederim.”

Diziyi yapan ise, zamanın enlemi, boylamı ve yüksekliği olan üç soyut boyuttur. Buna bir tür kronosfer ya da zaman kristal kafesi de diyebiliriz. Zaman yüksekliği ile bu iki boylu dizilim üç boyutlu hâle geliyor. İki boyutlu matris, üç boyutlu matrisde (ZAMAN üç boyutlu uzayına) kopyalanmış takyonları düzenle yerleştiriyor.

Bunlar, en az üç (en) üç (boy) üç (yükseklik) toplam 27 birey oluşturuyor. Sonsuza kadar da büyüyebiliyor. (Onlu matriks, binli matriks gibi… İki boyutlu baktığımızda simetrik bir toplama vefki gibi gözüken bu yeni matematik, bulduğum BEŞİNCİ İŞLEMİ oluşturuyordu.)

Her birey matrikste, kendi zaman sıralamasındaki yerini alıyordu. Kuantların bir tesbih gibi ardışık dizilmesi tek boyutlu lineerdir. Enerji değerini “Zikir” dediğimiz rezonans-frekans değerlerle veren kuantlar gibi, takyonlar da kendi başına bir MATRİKS kümesi oluşturarak, tesbih ve zikirlerini yaymaktadırlar. Takyonlar “ETKİ” eden NUR’un ta kendisidirler.

İleride “Tüneller” konusunda iyice açıklayacağım biçimde Takyonların, tardyonların nefes almasının (enerjiye aç olmasının) tersine, nefes vererek (enerjiye tok olarak) yaşadıklarını görüyoruz. Gelen enerji fazlasını, canlıların “Karbondioksit” vermesi gibi MANTRA denen özel bir enerji değeriyle dışarı yayınlıyorlar.

Özel bir mantra (tesbihlenen kategori) değerle, zikir biçiminde verdikleri NEFES, bizim yaşamamız için elzem olan, zaman ve vital enerjinin ta kendisidir. Ayrıca çekimin üretilmesine de etkilidir. Takyonlar zikirle “Tek yanlı kuvvetlerimizin enerjileri(mizi)ni üretirler”.

Bizim burada NEFES ve RIZK diye tanıdığımız nimetler, öteki evrenin takyonlarının ZİKRİ’nin sonucudur.

Bir melek zikretmezse, adeta nefessiz kalıp boğulur. Bu nedenle evrenin yapısı TESBİH üzerine kurulmuştur. Kâinata her yaratık yaratanını zikreder!..

Arz’dan Arş’a kadar her takyon dizgesinden türlü canlılar oluşurlar. Bunlar türlü matris-alanlarında yer alırlar. Bize en yakın takyondan, Arş (En yüksek katmandaki) takyona kadar diziliş, NUR denen ve kaynağı ALLAH’ın Kudretli isminden gelen SONSUZ ÖZENERJİ tehdidinden Nur’un kaynağı olan Arş’a yaklaştıkça görülmemiş bir enerji birikimi olur.

Işıktan hızlı ve özkütleleri sıfırdan küçük olan takyonların eksi olması, bunun en küçük değerden, en büyük eksi sonsuza kadar hiyerarşik dizilmesine neden olur. Bu “Eksi” atomdan küçük de olabilir, trilyarlarca ışık yılı boyunda bir muazzam melek büyüklüğünde de…

Fakat ne olursa olsun, en küçük bir takyon parçacığının minicik sonsuz özenerjisi kırıntısı bile, bizi yerle-bir eder. “İnsanların melek görmeye ve Nur görmeye dayanamayacakları” ve hatta cinler’in Şıhab korkuları da budur. (REFERANS’a bakınız)

KESİM : 98

MANTRA

Tesbih-Zikr ile solumak…

Takyonlarda çekim ters olduğundan, kütlesi büyük olan Arş’da; kütlesi küçük olan Arz’da yer almalıdır. Bu nedenle ARŞ taşıyıcı melekler (Kerrubin) ve 4 melek ve bunlardan bir alt sınıfta olan Safiyyun ve Hafiyyun melekleri, başlarını bir an bile kaldırmadan, sürekli Allah’ı tesbih etmektedirler.

Bunların saf tutmalarından matriksleri olduğunu anlıyoruz. Ayrıca “TAVAF” denen rotasyonları da vardır. İslâm verilerinde meleklerin bu vitalist anlatımının, bizim takyonları mekanik anlatmamızla hiç bir farkı olmaksızın aynı dinamiği vurguladığı artık ortaya çıkıyor sanırım…

Evrenin Arz’ından Arş’ına kadar olan katmanlar, hep katlanarak büyüyen “Sonsuzluk kulesinin” kudretli katlarıdır. Bu dikine yolda, yukarı çıkıldıkça sonsuz özenerji (NUR) öylesine büyür ve birikir ki, o katmanların sahipleri olan meleklerin cüsse ve kütleleri, kanat sayısı da büyür. Böylece sonsuz özenerjiden zarar azalır (ilk önlemdir).

Bununla da yetinmeyip, saf-sıra-matriks olarak kopyalanırlar (ikinci önlem).

Bu da yetmeyecektir: Başlarını kaldırmadan, her an en büyük hızla tesbih-zikr ile rezone titreşirler, Allah’tan sürekli bir korku içinde kalırlar. Asıl önlem budur!..

Onların bu zikri sayesinde, şimdiki fizik evrenimizin ihtiyacı olan her şey ÜRETİLİR. Örneğin, burada “Nefes” diye sarıldıklarımız, “RIZK” diye saldırdıklarımız, öteki evrenin varlıkları olan takyonların ZİKR ve TESBİH’idir.

Bunlar kuantlaşarak evrenimize girmiş ve bizim beslenme içgüdümüzü doyurmuş, savunma içgüdümüzün gardını aldırmış ve üreme içgüdümüze de ana etken olmuşlardır. Rızk, bizim toplam enerji rezervimizdir. Sayılı nefes ise bu depodan “Her saniye” harcadıklarımızdır. Tümü “nimet” (Ergi) denen o şükür vesilesidir.

Takyon (Soyut) olan her varlık (Bilincimiz ve melekler) yeme-içme zorunluluğundan arındırılmıştır.

Çünkü RIZK ve SAYILI NEFES’in nedenselliği olduğunu belirtmiştik. Rızk, enerji almaktır. Oysa takyon bir insan enerji alarak değil, enerji vererek “Rızk” alır. Zikrederek nefes ve dolayısıyla rızk almış olur.

Bu halleriyle takyonlar tıka basa tokturlar. Bu tokluklarını, zikir ile azaltarak rızıklanmaktadırlar. Çünkü eksi yasa böyledir.

Bizim aldığımız bir gıda (protein) içindeki kalori, (örneğin kolumuzu hareket ettiren) “İş enerjisi” dir.

Oysa takyonlarda bu kalori benzeri enerji giderek artmaktadır. Yani bir melek acıkacağına şiddetle doymaktadır ve bu doygunluğunu sabit tutmak için ZİKR etmektedir. Doygun olduğu içindir ki, YORULMAK bilmez.

Aksi halde, melek zikretmezse, tokluktan ve enerji doygunluğundan ölecektir.

Böylesine bir yasa meleklerin Allah’a asi olmaya zamanlarının bile olmadığını göstermiyor mu? Bir an müvekkili yani operatörü olduğu işten kendini alıkoysa, bir insanın havasızlığından boğulması gibi sonu gelmiş olacaktır. Meleklerden kim ben de varım derse onu cehennemle cezalandırırız, âyeti uyarınca (Enbiya-29).

O halde meleklerin yemesine içmesine de gerek kalmamaktadır. Onların bu benzeri durumunu, ışık hızında ZAMANIN DURMASI konusunda da incelemiştik. Işık hızında saat o kadar yavaşlamaktadır ki, sonunda yavaşlığın en sonu olan “DURMA” noktasına gelmektedir.

Bir öğün yemek yiyenin, bir kez hava soluyanın, bir kez su içenin ve bir kez kalbi atanın ışık hızına eriştiğinde artık zamanı durduğu, kendi donup kaldığı için “Yemesi-içmesi-soluması ve kalbinin atması ya da vücudundaki bir hücrenin hastalanması, çoğalması-azalması, yorulması, uyuması, tuvalete çıkması vb.” mümkün değildir. Oradaki tek gıda ölülerinize okuyacağımız “Fatiha”dır, sevgideğer okurlarım. Asla onları “Aç” bırakmayın! Bu dünyada doyurmamak kadar insafsızlıktır bu…

Aynı şey, karadeliğin tekilliğine düşen ikizimizin de, sonsuza kadar orada asılı kalıp, hiç hareket etmemesi, bir saniyenin bir ebediyet olması ile açıklanmıştı. Mahşer de böyle binlerce yıl bizi bekletecektir. “Sabırlı” olan için ise bekleme olmayacak!..

Şimdi bu verilerin ışığında, meleklerin (Takyonların) hiç bir şeye ihtiyaçları olmayacakları ortaya çıkmaz mı? Ruhlarımız ve bunlardan da üstün ALLAH en büyük (EKBER) olarak her şeyin üstünde MÜNEZZEH değil midir artık?

KESİM : 99

FİZİK-DÜŞÜNCE ETKİLEŞMESİ

Düşünce fotoğrafçılığı

Önceki kesimden önemli bir sonuç çıkardık: İster bilinç, ister melek olsun, takyonlar, bizimki gibi tüketken değil; üretkendir. Bu durumu bir mıknatısın çifte kutbuna benzetebiliriz. Evrensel Hünnes ve Künnes burada da vardır. Evren ile düşünce bir aradadır. Öteki taraf soyut (kütlesiz) olduğu için direkt olarak etkileşemiyorduk. Bunun yerine “GİZLİ DEĞİŞKENLER” dolaylı olarak araya giriyordu. Böylece başlangıçtaki noktaya dönmüş oluyoruz.

Gizli değişkenlere, nötrinolar ve psitronlar yerine TAKYONLARI önerdik. Takyonlar Gizli değişkenlerdir. Ama nasıl bir mekanizmadır bu?

Kuantum teoremi, “Evreni anlamlandıranın BİLİNÇ boyutu” olduğunu bildirerek 5’inci boyutu önermişti. Takyonlar aynı zamanda bilincimiz olan beşinci boyuttur.

Eksi kütlenin “BİLİNCİMİZ” olmasını şöyle açıklarız: Eğer biz, +60 kg. ağırlığında, ışık hızının iki katı süratle gidebilseydik, kendimizi -60 kg. olarak takyon evreninde tartmış olacaktık.

Bu demektir ki, vücudumuz yerine; hiç yıpranmayan, yorulmayan, yemeyen, içmeyen “Bilincimizi” vücut edinecektik. Bilincimiz gibi, “Meleklerin” de takyon varlıklar olduğunu boşuna ileri sürmedik. Bilincimiz bireysel; meleklerinki ise evrenseldir.

Demek ki fizik dünyanın olaylarını, düşünce ile “Anlamlandırıyoruz”. Düşüncemiz bir boyuttur ve takyondur. Öyleyse BİLİNÇ, gizli değişkenler mekanizmasının ta kendisidir.

Düşünce, enerjinin efendisidir ve enerji de maddenin efendisidir. Düşünce denen boyut ise “TAKYONLAR”dır.

Takyon dinamiğini teorik olarak kurmuştum. Matematik analizlerimin de sağlaması yapılmış, “Güvenceli” bulunmuştu.

Sırada, takyonların “Denel” olarak bulunması gibi çok güç bir olay vardı. Bu işi de başardığıma inananlara karşılık kuşkum vardı: Beyindeki bir düşünce kadar SOYUT olan takyonları nasıl laboratuara sokabilirdim? Rüyayı ne kadar tutabilirseniz, benden de istenen oydu. Hatta Asimov bana şöyle demişti:

“Düşüncenin resmini ne kadar çekersen, takyonları da o kadar yakalarsın…”

İp-ucu (ya da cevap) burada saklıydı: Düşüncenin telepatlar arasında bir mesaj olarak iletildiğini biliyorduk. Hatta, vericinin düşüncesini, alıcı olan resim olarak da çizebiliyordu. Bu ruhsal telsiz sayesinde nakledilen soyutun resmi çizilebiliyor, hatta düşünce ile eşya hareket edebiliyordu (Psikokinezi).

Bu, “Akıl-zihin-bilinç” denen soyut boyutun, somut bir etki olarak fizik dünyamıza girmesidir. Kuantum teoreminin öngördüğü gibi, düşünce ile fizik evrenimiz birleşikti ve sürekli ilişkiler içindeydi: Zihin boyutumuz böylece maddî evrenin “BEŞİNCİ BOYUTU” oluyordu.

Düşüncenin, fizik evreni nasıl etkilediğinin en görkemli örneği; “Düşünce fotoğrafçılığı” yöntemidir.

1960’lı yıllarda Ted Serious isimli yetenekli bir Amerikalı, fotoğraf makinesi objektifine konsantre olarak baktığında, beynindeki düşünceyi kameradaki filme nakşetmekteydi.

Oysa flaş patladığı anda, objektif karşısındaki objenin resmini çekmelidir. Bunun yerine “Düşüncesinin fotoğrafını” çekmesi inanılmaz bir olaydır. Sonradan Freiburg Üniversitesi Parapsikoloji bölümündeki araştırmanlığım sırasında düşünce fotoğrafçılığının “GERÇEK”liğini tamamen gördüm. Ortada gözükmeyen soyut bir düşüncenin somutlaşması mekanizm ile materyalizmi yerle bir eder.

Bundan kendine zafer payı çıkarmak isteyen bir spirtüalist-vitalist ise, hemen düşüncenin enerji olduğunu söyler; sübje’nin obje olabileceğini, bilimsel bir açıklama getirmeksizin ileri sürerler.

Olayın fizik açıklaması şöyle olmalıydı: Telepatlar, aralarında “Soyut eşya” yani eksi bir nesneyi değiş-tokuş ediyorlardı. Gizli değişkenler mekanizması şu ilişkiydi: İki telepat kendi bireysel tünellerini, SÜPER UZAY (Misal âlemi) denen “Toplu akıl-bilinçaltı” sistemde irtibatlıyorlar, oradaki düşünce kalıbını da, eksi ağırlıktaki soyut kütle olarak değiş-tokuş edebiliyorlardı.

Kozmik bilinç, bu bağlantıyı kurunca, alıcı taraf, tünelinin ucundaki soyut eşyayı yeniden beyninin saklı kanalında canlandırıyordu. (*)

(*) Uyanık bir rüyadaymış gibi, “imajı” algılayan “Alıcı” da bu imajı resme dökebiliyordu. Düşünce fotoğrafçılığında da bu mekanizma, düşüncenin canlandırdığı imajın film emülsiyonuna nakşolunması, “Alıcı” zorunluluğunu ortadan kaldırıyor, doğrudan filmin “Antisi, eşleniği” ile haberleşme kuruluyordu. Dengeleme ilkesine göre, paralel bir evrende ya da buradaki bir yerde, bir filmden durup dururken resim silinirken, bunun ödemesi olarak arzu ettiğimiz filmde de düşüncenin fotoğrafı ortaya çıkmaktadır. İmaj ve karşı imaj değiş-tokuş edilebiliyordu. Konunun açıklamasını “Tüneller-Esîr ve Süper Uzay” konularında sürdüreceğim.

KESİM : 100

PSİKO-FİZİK

Zihin maddeyi etkiliyor

Telepatide iki bilinç arasında iletişim sağlanır. Oysa düşünce fotoğrafçılığında bilinçli biri ile fotoğraf emülsiyon filmi arasında bağlantı kurulmaktadır. Beyindeki tasarım, imaj, ilham ya da hatıranın, ortada fol ve yumurta yokken, gümüşü ayrıştırıp, somut bir fotoğraf olarak ortaya çıkması teorim uyarınca KUANTUM’un ardındaki HİLBERT uzayı ile haberleşmesidir.

Sonsuz özünlü enerji, tünelden soyut bir takyonu çekiyor, tünelin bize bakan ucundan kuantlaştırarak, fotoğraf olarak belirmesini sağlıyordu. Fizik dünya ile soyut dünya arasında böylece “GİZLİ DEĞİŞKENLER” rol oynuyordu.

Düşünce fotoğrafçılığında “Şimdi”nin resmi çekilebildiği gibi, geçmişteki bir anının ve gelecekteki bir projenin de resmi çekilebilmektedir. Örneğin “Şimdi” tabelası yeni bir isimle değişmiş bir mağazanın, “Eski ismiyle” resmi cekilebiliyordu.

Pîrî Reis haritalarında da aynı durum vardı: Örneğin, Grönland adası, aslında üç adanın kalın bir buz katmanıyla örtülmesi nedeniyle bir tek ada gibi görünür. Ama Pîrî Reis’in gezici duru-görüsü, ya Grönland’ın buz tabakasının altını görmüştür, ya da “Geçmişinin” haritasını çıkarmıştır.

Bilindiği gibi, coğrafik projeksiyonlara benzemeyen, uydu bakışıyla dünyanın görünüşünün gerçek biçimiyle çizilen Pîrî Reis haritalarında; “Geçmişin hayat biçimleri” ile çağının coğrafik adlandırmaları bir arada not düşülmüştür.

Bütün bunlar aynı kategoridendir: Düşünce ve bedensiz duru-görü, rüya, hipnoz, tünel aracılığıyla “Gizli değişkenleri” ortaya çıkarmaktadır.

İki paralel kuant ya da madde-antimadde arasındaki zaman ötesi paralelliği oluşturan “Gizli değişkenler” mekanizmasından TAKYONLAR sorumludur.

Takyonlar ışıktan hızlı oldukları için zamanları tersine akmaktadır ve yola çıkmadan amaçlarına ulaşarak, sonucu nedenden önce hazır bekletirler. İki parçacık arasında, onların sıfır anındaki çift üretimine bilgiyi iletirler. Kuantum bilgisini iletmek için önce sonsuz özenerjinin evren bilinci, oluşturduğu biçimi, Hilbert uzayında magnetik çizgilere ve sonra da kuantlara dönüştürerek gerçekleştirmektedir. Eğer durum buysa, evrenimizden kaybolan bir şeyin karşılığında, durup dururken “Bir şey” ortaya çıkmalıdır: Feinberg uzayından, bize sıçrayabilen takyonlar da olmalıdır, kuantlaşmamış olsa bile… Düşünce fotoğrafçılığındaki gibi…

Bunlar düşünce fotoğrafçılığında ortaya çıkıyorsa, doğada da ortaya çıkmalıdır. Nerede ve nasıl?

Bu işin anahtarı yine Kur’an’dı: Birden ortaya çıkan ve Cinleri yakan Şıhablar!..

Bunların yeri de Kur’an’da “Göklerin korunduğu” üst bölgedir. Atmosfer içindeki kozmik ışınlar ise evcilleşmiş uzantıları yani “Kozmik sekonderler”dir. Kozmik primerler “ŞIHAB”lardı: Kozmik primerler denen çok sert bu ışınlar, hiç bir kaynağı olmadan birden ortaya çıkıyor ve atmosferimizi bombardıman ediyorlardı.

REFERANS – E

ŞIHABLAR

Sonsuz özenerji’nin en hafif dalgalanmasından bile evrenimizde dehşet verici olaylar doğar. Sonsuz özenerji Arş’tan Arz’a tedricî hafifleyerek ulaşır. Arz’da sonunu Hilbert uzayının Planck uzayına açıldığı kapı oluşturur.

Buradaki bir şiddet olayında, evrenimize Hiperon/Kozmik ışın kanalından bir parçacık fırlar. Kozmik ışın da denen kaynağı belirsiz inanılmaz parçacıklar vardır. Bunlar en küçük değerdeki bir sonsuz özenerjinin kuantlaşmış kırıntısıdır. Bunlardan birini dünyanın 2000 dedektörü birden etkilenerek izlemiştir. Avustralya’dan Kanada’ya kadar bütün almaçları etkileyen böyle bir enerjetik parçacık “Şıhab” olarak Kur’an’da bildirilen “Şeytana taş atmalar” konusudur (Saffat/7-10). Kozmik ışınların “Kaynağı Tünel” olup, doğrudan bize göre kaynağı belirsizdir. Buradaki indeterminizm 9. âyette Cinlerin “Mele-i âlâ”ya kulak hırsızlığı yapmalarını önleyen mekanizma için “Her yönden kovularak uzaklaştırılırlar” pasajında kozmik ışınların kaynağı olarak “Tünel”de, yani “her yanda, her yönde” olarak bildirilmiştir.

Bu tesbit edilen parçacıkları oluşturmaktan güneşimiz bile acizdir. Onların kaynağı kozmiktir, belirsizdir. Çünkü bir santimetrenin yüzmilyonda-biri ya da atomun yüzbinde-biri büyüklüğündeki bir tek parçacığın dünyanın her yerinden izlenmesi inanılmaz bir enerjinin ifadesidir. Önünde çıkan milyarlarca metreküp atmosfer atomunu iyonize ederek, önünde muazzam bir atom kalıntısı bırakmasından onu saptarız.

1908 yılında Sibirya’nın Tungska yöresindeki felâket de böyle bir “Şıhab” sonucudur. Binlerce Ren geyiği ve onbinlerce hektar orman kömüre dönmüştü. Tungska felâketi için öngörülen “Mini karanokta” düşmesi hipotezi geçerli olamaz: Çünkü dünyamıza düşen minik bir karanokta, tufan yaratır ve hatta hayatı [hayali] yok eder. Bu sadece “Şıhab” patlamasıdır. Bu kadar küçük bir şeyden krater beklenemez ve kozmik ışın olduğu açıkça bellidir. Halley kuyruklu yıldızının parçası olduğu iddiası da yavan kalmaktadır.

İşte bu kozmik primer olan bir ŞIHABIN dünyaya çarpması bile böyle bir felâkete neden olurken, yani Arz’ın üretebildiği sonsuz özenerjinin bu kudretli parçacığı bize madde olarak etkirken, daha yukarılarda bu kudretin trilyarlarca katı olan SONSUZ ÖZENERJİ KUDRETİ’nin melekleri nasıl zikre zorladığını anlamış oluruz. Ayrıca insanların niçin melek görmeye dayanamadıklarını da daha iyice anlamış oluruz.

Çünkü gözün görmediği bir yakıcı şıhab, yine bizim madde dünyamıza, Hilbert’in kuantlaşma kapısından dışarı çıkmış olan, zararsız, adeta yakmayan en uysal ve en az enerjili bir ışık parçacığıydı. Ama görüldüğü gibi, dünyanın geniş bir alanını yerle bir edebilecek kudretteydi.

Kaldı ki, bu zararsız ışının Arz’dan Arş’a olan katmanları boyunca 2-4-8-16-32-64 kez güçlendiğini düşündüğümüzde, Allah cc. kudreti Nur’unun meleklerin bile ödünü patlattığını anlarız. O melekler ki, 600 kanadının birinin bir tüyüyle Lût gölünü ters yüz ederek, Sodom ve Gomorra kentlerini mahvetmişlerdi.

KESİM : 101

SONSUZ ENERJİNİN UZANTILARI

Takyonlar bulunuyor

Kozmik primerlere niçin eğildiğim sanırım anlaşılıyor: Şıhablar, bir amaca uygun olarak, “TÜNELDEN” yaratılıyorlardı. Yani kökenleri itibariyle, bir TAKYON olup, Feinberg enerji durumlarının ışık hızı ötesine ve berisine sıçramaları, geçebilmelerine bir kanıttır. ŞIHABLAR!..

Çünkü bugüne kadar Kozmik primerlerin “Kaynağı” yoktur ve belirlenmemiştir. Bunların en şiddetlisi olan “Şıhab” parçacıkları birden ortaya çıkmaktadır. Bu çıkışı da bir amaca yöneliktir. Yani ona bir etken “şey” yaklaşınca tepki olarak orada var olmaktadır.

Şıhabların “Takyon olup olmadığını” araştırmam gerekiyordu. Hem de deneysel olarak…

İmkânsızın ötesine geçebilmem için, var olan fizik yasalarının tamamını kullanmak zorundaydım. Bunda da başarılı olabiliyordum. (*)

(*) Örneğin teorik bir parçacık olan “Fotinoların” Galyum Arsenit tarafından soğurabileceğini yazarımız önermişti. Bunlardan kozmik arka fon ışımasına pesleşmemiş olanlar galyum arsenit tarafından soğurulabilirdi.

Yeteneğimi Takyonlar için de kullanmaya karar verdim. Bu iş için “Uydu (Satelit)” gerekiyordu. Tamamen “Hayâlî” olan takyonların, yakalanması için başvuruma zaten alaycı bir tebessüm bekliyordum. Bir hayal için bir uydu tahsis edilemeyeceği gerekçesiyle, “Kozmik ışın balonları” tavsiye edildi. Hiç yoktan iyiydi.

O sırada balonlardan Glay ve Crounch isimli iki astronom sorumluydu. Yardımlarıyla istediğimden fazlasını buldum: Takyonlar!..

Kozmik ışın fotoğraflarını (balonlar yere inince) inceliyorduk. Bunlardan bir kısmında “Şıhab” dediğim primerlerin ÖNCESİNDEKİ izler yakaladım. Bazı filmlere bir “İZ” düşüyordu. Eğer bu gerçek bir iz, somut bir parçacık olsaydı, korkunç bir enerji törpülenmesiyle önce hiperon, sonra baryon, mezon, lepton ve foton olarak sağanak oluşturması gerekiyordu.

Oysa dehşetli bir “İZ” ortaya çıkıyor, fakat bu “Hayalet”, törpülenmeye ve sağanaklar tepkimesine girmiyordu. Daha sonra “istenen” “gerçek parçacık” orada belirip, normal tepkimelerine giriyordu. Takyonların izini yakalamıştım!..

Ortada fol ve yumurta yokken, yani parçacıklar DAHA OLUŞMAMIŞKEN, onlardan önce “Bir şeyler” filmde izdüşümü olarak görünüyordu. Sonra orada bir magnetik alan beliriyor, sonra elektrik alan ve ardından parçacık ortaya çıkıyordu: MADDE DE BÖYLE YARATILIYORDU DEMEK ki… KUANTLAR BÖYLE OLUŞUYORDU:

Fotoğraf filmi “Önceden” zihnen etkileniyor, sonra o etkilenen yere kozmik ışınlar isabet ediyordu.

Işıktan hızlı olan takyonlar. “Yola çıkmadan amaçlarına ulaştıkları için” önceden HAZIR bekliyorlardı. Sonra da somut olan parçacık bekleniyordu ve o da geliyor, plâna yerleşiyordu!

Bu bilimsel bir kehânetti!.. Düşünce fotoğrafçılığı yöntemi de aynı mekanizmadan sorumluydu. Bir Kâhin gibi, “Birazdan bir kozmik primer gelecek” diyebiliyordum. O parçacık da geliyordu!

Demek ki, buna benzer şeyi cinler de yapıyordu ve kehânet dinliyorlardı.

Gerçekten bilim-din buluşması tamamlanmıştır!.. DÜŞÜNCENİN resmi çekilmiştir. Bu yöntemdeki enerji değişimini ve magnetik alanların rolünü iyice gözlemlediğim için aynı şeyin Clay’in balonunda da yapabileceğimi hissetmiştim. Bu bir tür “Düşünce fotoğrafçılığı” olmuştu. Saffat 8 ve 9’da cinlerin “Mele-i âlâ”ya kulak verip dinlemek istedikleri ancak her yönden kovularak atıldıkları” ve böylece “haber” çalıp çarpamadıkları anlatılıyordu. Ama bu yasak biz insanlara ve bilime karşı değildi!..

Gerçekten de kozmik ışınlardan önce (maddeden önce) onların hayali geliyordu. Bu hayal, tıpkı düşünce fotoğrafçılığında olduğu gibi neden-sonuç tersinmesinden doğuyordu. Yani önce cam kınlıyor; sonra da arkasından onu kıracak olan taş geliyordu.

Başarmıştım ve hem düşünce fotoğrafçılığı tekniğinin hem de kozmik ŞIHABLARIN birer takyon olduğunu deneyle görmüştüm.

Bir başka deyişle, bizzat düşüncenin kendisi bir takyondu ve eksi bir eşyaydı. Düşüncenin girişim enerjisi, film emülsiyonunda iz bırakıyordu. Tıpkı Kirlian fotoğrafçılığı tekniğindeki “Esrarengiz ışımanın şiddet ve renginin psikolojik” olarak değişmesi gibi. (*)

(*) Arz-Arş dizimizin “Can-İnsan” ve “Ruh-Akıl” isimli bantlarında konunun ayrıntısı sunulacaktır.